Yoga Journal Türkiye’nin Güz 2018’de çıkan 21. sayısı için Mavi Orman’ın yeni baskısıyla ilgili sohbet etmiştik. Mavi Orman yedinci yaşında Doğan Novus tarafından yeniden basıldı. Çalışkan öğrencim, Yoga Journal’in editörü Gülçin Özsoy sordu, ben yanıtladım.
Yoga Journal Türkiye: Kitabın ilk basıldığı tarih üstünden uzunca bir süre geçmesine rağmen ikinci baskı sizce neden hala aynı sıcaklıkta okunabiliyor?
Defne Suman: Bence en önemli nedeni Türkçe olması. Biz ait meseleleri bize ait bir dille anlattığı için. Bir Türk kadını olarak yoga yoluna baş koymanın sadece bizim anlayabileceğimiz yerel bir tarafı vardır. Bunu biraz içlenerek biraz da mizahla anlattım. Herkes içinde kendisinden bir şeyler buldu. Öte yandan Mavi Orman’ın evrensel bir yönü de var. O da özünü, özgürlüğü arayan insanın öyküsü. Bu da kitabın çok hızlı değişen zamana karşı neden dayandığını açıklıyor bence. Bir de tabii son yedi yılda ülkemizde yoga yapanların sayısı katlanarak arttı. Yogaya sevdalıları Türkçe bir yoga hikayesi olan Mavi Orman’ı başucu kitabı yaptılar.
YJT: Bu süreçte kişisel ölçekte hayatınızda ve toplumsal ölçekte yaşamımızda neler değişti? Nasıl değerlendiriyorsunuz?
DS: Son yedi yılda gezegenimizde yaşamak gözle görülür bir biçimde zorlaştı. Kabadayı tavırların meşrulaştığı, güvenlik adına özel hayatlarımızın röntgenlendiği, özgürlüklerin kısıtlandığı, savaşın, ayrımcılığın, milliyetçiliğin ve şiddetin en apolitik olanımızın bile gününü etkilediği bir düzende bulduk kendimizi. Tüm bu kısıtlamalar beni üzerken, bir yandan da kışkırtıyor. Yazıyorum. Öğretiyorum. Mavi Orman’dan sonra üç roman yazdım, yoga hocası ve öğrencisi olarak ilerledim. Çok sayıda öğrenci yetiştirdim. Onlara samimiyeti ve cesareti öğretebildiğimi umuyorum. Ve tabii belki de hayatımdaki en önemli gelişme: Evlendim. Attığım en cesur adımdı. Evlilik içsel sınırlarımı aşıp istediklerimi samimiyetle dile getirme konusunda bana çok şey öğretti, hâlâ da öğretiyor.
YJT: ‘Mavi Orman’ öğrencilerinizin bir çoğunun sizinle ilk buluşma noktası oluyor. Öğretmen/öğrenci ilişkisine kitaplar aracılığıyla daha yüz yüze görüşmeden başlıyorsunuz. Bunun yoga öğretmenliğinizi, öğrencilerinizle aranızdaki ilişkiyi nasıl etkilediğini anlatabilir misiniz?
DS: Bu tabi ki başta dengesiz bir ilişki yaratıyor. Onlar benim hakkımda her şeyi biliyorlar. Çocukluğumu, sevdiğim şarkıları, annemi, babamı. Ben sadece isimlerini biliyorum. Bu yüzden ben onlardan biraz çekiniyorum. Zamanla aşıyoruz tabii. Beraber büyüyoruz, gelişiyoruz. Bazen de şu oluyor: Bir kitap kahramanı olarak tanıdıkları insanla birebir ilişkiye girdiklerinde bazı öğrenciler hayal kırıklığına uğruyor. Hayal ettikleri gibi bir karakter çıkmıyorum, ya da öyle şeyler. Bir de şu var: Ben Mavi Orman’daki yazıları 2007 yılında yazmaya başladım. O zamandan beri hayatımda çok şey değişti. Yazdıklarımın çoğunu hatırlamıyorum. Oysa öğrenciler kitabı yeni okumuş, kitabı defalarca okumuş oluyorlar. Karşılarındaki hoca ile başuçlarındaki kitabın anlatıcısı çelişince bozuluyorlar bazen. Cesareti ve samimiyeti öğrenenler içlerini açıyor, konuşuyoruz. Diğerleri küsüyor ve gidiyor.
JYT: Mavi Orman ardından sırasıyla Saklambaç, Emanet Zaman ve Yaz Sıcağı… Aslında hayatınızın dönemlerini anlatarak başladığınız yayın serüvenine romanlarınızda belli dönemlere odaklanarak, o zamanki ruhu aktararak devam ediyorsunuz. Sizin için zaman nasıl ilerliyor?
DS: Edebiyat çocukluğumdan beri yalanarak uzaktan baktığım bir alandı.. Kahramanlarım hep kitaplardandı. Bu alanda yapıtlarımla var olmak benim için rüya gibi bir şey. Roman yazarken geçmişe gitmeyi seviyorum. Zamanın çizgisel algısı bozuluyor. 1981 yılında bir çocuk perdelerin arkasından benimle konuşuyor. Veya daha da geriye gidebiliyorum. 1921 yılında bir yeniyetmenin duygularına tercüman oluyorum. O arada o eski sokaklarda dolanıyorum. İnsan oluş hiç değişmiyor aslında. Hepimiz biraz çaresizlik, hayret ve biraz da sevinçle hayat treninin penceresinden görünenleri seyrederek yol alıyoruz. Bir tren dolusu insanla beraber yolculuk. Zaman böyle ilerliyor işte.
YJT: Derslerinizde yogayı anlamak için öğrencilerin roman okumasını öneriyorsunuz. Bunun ardında yatan sebep nedir?
DS: Sadece roman değil, Türk edebiyatı okumalarını söylüyorum. Özellikle ders verenlerin. Yoga Türkçesi insanın tüylerini diken diken ettirecek kadar yapay bir dil çünkü. Bir sebebi bu. Öte yandan edebiyat insanlık halini farklı sahneler ve çatışmalar bağlamında gözler önüne serer. Bir hali anlamamızı değil, o hali hissetmemizi sağlar. Yoga da anlayarak değil, hissederek, tecrübe ederek benimsenebilecek bir alan olduğundan kendine “yoga haritası” arayanların yoga kitapları değil edebiyat okumalarını öneriyorum. Tanpınar’ın Huzur’u yoga felsefesine dair bilmek istediğiniz her şeyi anlatır. Ve Pamuk’un Benim Adım Kırmızı’sını okursanız yoga öğrenciliği ve hocalığı nasıl bir şeydir anlarsınız.
Her yaş günümde, bizim Bey’den bana bir hafta tek başıma tatil hediye etmesini dilerim. Yanlış anlaşılmasın, o tatili finanse etmesini değil, sadece helal etmesini isterim yaş günü hediyem olarak. Yani, ben şu tarihte, tek başıma veya arkadaşlarımla bir hafta filanca adaya, dağa, köye gideceğim dediğimde surat asmasın, “how about me?” krizine girmesin, hayatın bir haftasını bensiz idame ettirecek şekilde madden ve manen hazırlansın diye. O da her yaş günümde bana bu bir haftanın sözünü verir. Hatta beraber hayal de kurarız: Bu seneki yaş günü hediyeni Amorgos adasında geçir, bu sene Monemvassia’ya git, bu sene o çok istediğin Kars seyahatine çık, Büyükada’daki eve kapan vs vs.
Tüm iyi niyete ve hayallere rağmen ben bir hafta kocasız tatil hediyelerimi bir türlü kullanacak fırsat yaratamam. Zaten her ay bir, bazen iki defa yoga dersi vermek üzere Yunanistan’dan Türkiye’ye seyahat ettiğim ve her defasında kocamsız dokuz gün geçirdiğim için o ay içinde bir kez daha yollara düşmek, bir kez daha Bey’den ayrı kalmak istemem. Böyle böyle, aylar ayları ve yıllar yılları kovalar ve ben doğurduktan sonra bebeğiyle mümkün olan en uzun zamanı geçirmek isteyen kadınların hamilelik öncesindeki yıllar boyunca biriktirdikleri izin günleri gibi yaş günü hediyesi kocasız tatil haftalarımı biriktiririm. Şimdi hepsini aynı anda kullanacak olsam, rahat iki ay bir başıma tatile çıkabilirim.
Ocak ayını kendime tatil ilan etmiştim. Türkiye’ye gitmedim. Öğrenciler de bir ay tatilde kendi yogalarına odaklandılar. Ev ödevlerini yaptılar, yapıyorlar (inşallah). Ay sonunda misafir bir hocamızın yoğun bir atölye çalışması, ardından dokuz gün sürecek benim kurslarımla birbirimize kavuşacağız.
Bu tatil bana kırk gün aynı şehirde, aynı evde (bizim evde) kalma imkanı sağladı ki hayatımda çok nadir kırk günün kırkını arka arkaya aynı evde, aynı şehirde geçiririm. Yeni bir kitap hazırlıyorum. Mavi Orman’ın devamı niteliğinde. Onu son haline getirmek üzere içime kapanmak, her gün düzenli olarak metinle buluşmak için ayırdığım bir zamandı. Ayrıca hocalık ve seyahatten uzak bir dönemde kendi yogama da yoğunlaşmak, sabah akşam düzenli olarak serilerimi çalışmak istiyordum. Sosyal medyadan elimi ayağımı çektim. E-postalar ve asistanlarımla mesajlaşmak dışında dış dünyayla pek ilgilenmedim.
İyi gidiyorduk ama sonra hafiften kanım kaynamaya başladı. İlk ve çok sevgili yoga hocası çiftimin kadın yarısı bu durum için “tabanlarım kaşınıyor” tabirini kullanırdı. Evet, benim de tabanlar kaşınmaya başladı. Her sabah aynı yatak, aynı ev, aynı manzara, aynı rutin. Ne yapmalı? Nereye gitmeli? Kaç zamandır Paros adasındaki bir yoga merkezini merak ediyordum. Hem kendim için hem de hocalar için bir keşif gezisine çıkmanın tam zamanıydı. Hatta bu keşif gezisinin tek zamanıydı. Şubattan sonra İstanbul, İzmir, Şirince dersleri, kitap fuarları, kitap gezileri, söyleşiler derken zaman tam gaz geçecekti.
Kolibitres, Paros
Kırk günlük tatilim birinci ayını doldurdu. Yola çıkmak için mükemmel bir zamandı. Küçük çantama Kundera’nın Perde adlı kitabını, bir boğazlı kazak, bir blucin, bir elbise, bir set de yoga kıyafeti attım. Havaalanından 2018 Man Booker ödülünü kazanmış olan Milkman kitabını aldım. Pervaneli pırpır uçak beni göz açıp kapayıncaya kadar Paros adasına indirdi. Kiraladığım Fiat Panda arabam beni bekliyordu ve uçsuz bucaksız mavilik, katman katman bulutlar, ağ ayıklayan balıkçılar, kış mevsimini uykuda geçiren sessiz, beyaz bir ada.
Otel odasını zevkime ve yogasal ihtiyaçlarıma göre düzenledikten, kitaplarımı, defterlerimi raflara dizdikten sonra çıktım, haritama baka baka bir fırın buldum.
“Sizde nistisimo yiyecek bulunur mu?”
Nistisimo benim Yunancada ilk öğrendiğim sözcüklerden biridir. Tam karşılığı oruç demektir. Türkçede kulağa oruç yemeği tuhaf gelse de Ortodoks Hristiyanların Paskalya öncesindeki kırk günlük oruçları etsiz, sütsüz, yumurtasız bir beslenme rejimi içeriyor. O kırk gün onlar için oruç, benim için bayram oluyor. Çünkü ben çocukluğumdan beri süt ve süt ürünlerinden, yumurtadan tiksinme derecesinde hoşlanmam. Yogaya başladıktan sonra et ve tavuğu da bıraktım. Bir fırında hem peynirsiz hem de etsiz bir şey bulmak o günden sonra baştan başa bir serüvene dönüştü. Özellikle bir türlü patatesli böreği keşfedemeyen Yunanistan’da.
Müjdeler olsun ki girdiğim bu ilk fırında nistisimo ürünler vardı. Manitaropita mesela nistisimo idi ve spanakopita da öyleydi. Zevkten dört köşe bir vaziyette sıcacık manitaropitamı ısırdım. Anladığınız üzere manitar ve pitta’nın bileşiminden oluşan bu kelime mantarlı börek anlamına geliyor. Olağanüstü lezzetliydi. Hemen ikinciyi, üçüncüyü almayı, akşama kadar sadece bu börekten yemeği kurdum. Çünkü tek başıma yolculuk ederken bir lokantaya girip masa donatmayı sevmiyorum. Bilhassa masalarında dört kuşak ailelerin neşeyle yemek yedikleri Yunan lokantalarına girip de tek başıma bir köşeye oturmak hoşuma gitmiyor. Tayland’dayken bu durum bana hiç koymazdı. Üstelik tıpkı Yunanistan’daki gibi Tayland’da da lokantalar hep uzun masalarda oturan kalabalık aileler veya arkadaş gruplarıyla doluydu. Eh, ama o on beş yıl önceydi. Ne alakası var derseniz, şu: Otuz yaşındaki genç bir kadının tek başına yemek yemesi ile kırk beş yaşındakinin tek başına yemek yemesi arasında bir fark vardır. Ben “o kadın” olmak istemiyorum. O kadın orta yaşlıdır. Dünyayı tek başına gezmektedir. Egzotik ülkelerin lokanta masalarında tek başına oturur, şarabını söyler, kitabını açar, okur. Hayatından memnun da görünse, etrafına yaydığı bir yalnızlık dalgası tarafından çevrilmiştir. Saçları kırdır. Erkeklerden ümidi ise kıttır.
Hayır, ben o kadın olmak istemiyorum. O yüzden bir börek alıp denize nazır bir kayaya oturup onu yiyorum. Hoş, istesem de kış uykusundaki Paros’da başımı sokup yemek yiyeceğim bir taverna bulamazdım. Her yer kapalıydı.
Yoga merkezini gezdim. Sahibi Sasy ile hemen anlaştık, uzunca bir zaman onunla kaldım. Rüya gibi bir yer yapmışlar. Denize nazır bir yoga merkezi. Nisan ayından Kasıma kadar benim gibi kendi öğrenci grubuna sahip hocaları ve öğrencilerini ağırlıyorlar. Her bir ayrıntısı sevgiyle inşa edilmiş, sade ve çok güzel bir yerdi. En kısa zamanda bir grup ayarlayıp geleceğime söz verdim.
Akşam erken yattım. Sabah gün ağarmadan kalktım. Evden getirdiğim aeropress teşkilatımla kahvemi hazırladım. Odamı havalandırırken lobiye indim. Küçük, şık bir otelde kalıyordum. Özenle ve zevkle döşenmiş bir ada evi. Kundera’nın Perde kitabından bir bölüm okudum. Roman yazarının hikayesini kurarken ayrıntılar karşısında nasıl heyecanlandığını anlatan harika bir bölümdü. Romancı dünyayı kurarken kullandığı ayrıntılarının romanın ileriki bölümlerinde yankılanmasını ister, onları tekrar, tekrar kullanır, diyordu Kundera ve ben başımı sallıyordum. Evet, evet! Hatta ikinci yarı hep bu yankıyı dinleyerek yazılır diyordu. Yine evet evet!
“Onun için en küçük ayrıntı önemlidir, onu bir izleğe, bir motife dönüştürür ve tıpkı bir fügdeki gibi sayısız tekrarlarla, çeşitlemelerle, göndermelerle tekrar tekrar geri getirir.” (Kundera, Perde. Sf 148)
Ben şık otelimin lobisinde kahvemi yudumlar, başımı sallarken ve “mekân tasvirleriniz çok uzun”, “tam hikâyeye girecekken başka bir yere gittik”, “çok ayrıntı var” diye romanlarımı eleştiren okur güruhunu düşünürken Kundera da dedi ki:
“… zaten okuyucu bunu hemen unutacak … ve rafine bir ezgi halindeki müziği filan duymayacaktır. Bu unutuş karşısında romancı ne yapacaktır? Umursamayacak ve okuyucusunun kitaba kendini tamamen vermeden, hızla, unuta, unuta, asla içine giremeden göz gezdireceğini bile de, romanını unutulmayanın yıkılmaz şatosu gibi inşa edecektir.” (a.g.e)
Ne kadar doğru! Nasıl da trajik. Biz kocaman bir dünyaya açılan her bir pencerenin ayrıntısını işlemekle meşgulken, basit bir story, bir macera, peki sonra ne olmuş haydi sadede gel, diyerek okuyan okurla karşılaşmak ne kadar acı. Ama ben de okur tarafına geçtiğinde aynı şeyleri düşünmüyor muyum? Pek çok kereler evet. O yüzden bazı romanları ikinci defa okuyorum. Hikaye merakımı doyurduktan sonra Kundera’nın deyimiyle o şatonun içine girebilmek, orada vakit geçirmek için ikinci, bazen üçüncü, dördüncü defa okuyorum. Ancak o zaman yazarın kurduğu dünyayı anlıyorum.
Kundera’ya dalmıştım. Havanın aydınlandığını fark etmemişim. Sasy ile kahvaltı edecektik. Aynı fırında, aynı manitaropitayla. Yoga için çok az vaktim kalmıştı. Odama çıktım. Minicik bir daire halının üzerinde ısınmaları yaptım ve sonra her daim tutuk ayak bileklerime apana vayunun kara sularının inmesi için farklı şekillerde çöktüm, kalktım. Tabanlarıma, ayak parmaklarıma, ayak bileklerime vücudum ağırlığını bıraktım. Ayağımın üzerindeki enerji gitmeyen yerler sarı, beyaz şeritler halinde belirdi. Enerji fazlasının tıkandığı yerler mor, pembe, kırmızı. Nihayet ateş açılıp da tüm vücudumu ısıtana kadar aynı hareketleri ve udiyana bandaları tekrarladım. Önceki gün mantarlı börek dışında bir şey yemediğim için midem, bağırsaklarım boştu. Udiyanalar şahaneydi. Mayuralık vaktim yoktu ama yapsam eminim o da bir içim su olacaktı. Hocamın ayak bilekleri vücudun kilit noktasıdır, deyişi aklıma geldi. Onlar yumuşadıkça diğer eklemler, kalçalar ve nefes de açılıyordu. Zihnim durulmuş, kaprislerinden arınmıştı.
Akşam güneşinde bir dost
Sokağa çıktım. Balıkçılar ağlarını onarıyordu yine. Önlerinden geçtim. Sasy ile yanlış anlaşmışız. O, aynı fırının adanın kuzeyindeki şubesinde beni beklemiş, ben limandakinde. Akşam yemeğe buluşuruz, ne yapalım dedik. O gün Sasy’nin isim günüymüş. Akşam yakın arkadaşlarını yemeğe götürüyormuş. Daveti hemen kabul ettim. Uzun bir masaya dahil olmak istiyordum.
Mantarlı böreğimi yiyip bir manastıra girdim. 100 Kapılı Panayiya (Meryem Ana) manastırı. Daha içeri adım atar atmaz, ruhani havası ciğerime doldu. Ben herhalde bir önceki hayatımda Ortodoks Hristiyan manastırında yaşayan bir keşiştim. Çocukluğumdan beri Büyükada’nın Aya Yorgi tepesi olsun, Fener’deki Kırmızı Kilise (o da ilk olarak kadınların ibadet edeceği bir manastır olarak Moğollu Maria tarafından düzenlenmiş) olsun manastırlar beni daima büyülemiştir. Girdiğim 100 Kapılı Panayiya Manastırı da bana Ayvansaray’daki Vlaherna Meryem Ana Kilisesi’ni hatırlattı. Yanılmıyorsam o da bir zamanlar manastır olarak kullanılmıştı. Ortada ağaçlı bir avlu ve etrafına dizilmiş odalar. Hindistan’ın Rişikeş kentinde kaldığım aşram da aynı bu mimariyle inşa edilmişti.
Odama döndüm. Hava güneşli ve pırıl pırıl olmasına rağmen çok soğuktu. Elementlere maruz kalınca yorgun düşmüşüm. Ne demişler hareket dinginliğe, dinginlik harekete evrilir. Evrenin kuralı budur. Çok sıcak bir duş aldım. “Sabunlanırken suyu kapat, termosifondaki suyu bitirme, elektrik faturasını düşün,” diye söylenen kocanın 160km uzağında olmanın verdiği gönül rahatlığıyla yarım saat sıcak suyun altında durdum. Sonra yatağa girdim. Battaniyeyi çektim boğazıma kadar. Milkman kitabını okumaya başladım. Hiçbir şey anlamadım. Kitapta isimler yok. Middle sister diye biri var. Anlatıcımız. Third brother-in-law ile akşamları koşuya çıkıyorlar. Middle sister’ın bir maybe-boyfriend’i var. Bağlanma sorunu yaşayan erkeğimiz. Bilge bir anne var: Ma. Depresif bir baba var: Da. Yer isimleri de verilmemiş. The land over the water diye bir yer var. Sonra bir de The land over the border var. Ama bunlar ne ola ki? Okuduğum kitaplar hakkında bilgi sahibi olmayı sevmem, arka kapağını bile okumam ama bu defa anlaşılan ufak bir araştırma yapmadan bu şatodan içeri adım atamayacaktım. Battaniyenin altında bir yerlerde laptop bilgisayarım duruyordu. Çıkarttım. Milkman. Bul bakalım Google Efendi.
Ne buldu beğenirsiniz Google Efendi? Guardian’da çıkmış bir eleştiri yazısı. Milkman’in okuması zor, çok zor bir metin olduğundan söz ediyordu. Öyle iyi bir yazıydı ki Milkman’i bırakıp onu okudum. Zor metinleri övmüyordu ama Milkman’i övüyordu. Zor diye bir kitabı kenara atmanın yazık olduğunu , iyi edebiyatla, çok satar arasındaki farkı hatırlamamız gerektiğini filan anlatan sıkı bir eleştiri yazısıydı. Sabah Kundera’nın başlattığı daire kafamda tamamlandı, kapandı. Land over the water’in İngiltere, land over the border’ın İrlanda Cumhuriyeti olduğunu ve Milkman’in 1970li yıllarda Kuzey İrlanda’da, Belfast’ta geçtiğini de öğrenmiş oldum.
Battaniyenin altında gerinirken aklıma bir film geldi: Kadın kocasına diyordu ki, bazen kaçıp gitmeyi hayal ediyorum. Adam soruyor: Nereye? Bilmiyorum diyor kadın. Bir otele. Ne yapacaksın orada? Adam kuşkulu. Hiç, diyor kadın. Bir otel odasında oturacağım. O kadar mı, diyor adam. O kadar, diyor kadın.
Onu o kadar iyi anlıyorum ki! O kadar.
Manastır Yunanca monastiri kelimesinden geliyor. Monos/moni mu tek başına demek. Manastır da insanın monos/ monimu kalacağı yer anlamında kullanılıyor. Arabamı erken inen akşam güneşine nazır tepelerde, kıyılarda sürerken moni mu, yalnız başıma ne kadar huzurlu olduğumu düşündüm. Kafamdan bu yazıyı yazdım. Spotify The Ballad of Lucy Jordan‘ı çalmaya başlayınca gözlerim doldu. Marianne Faithful’un bu parçasını ben ilk defa Thelma & Louise filminin soundtrack’inde duymuştum. Thelma& Lousie yaşıtım kadınların hemen hepsi gibi benim de içime işlemiş bir filmdir. Bu şarkıyı ilk dinlediğim on dokuz yaşında “o kadın” olmaktan ne kadar korktuğumu hatırlıyorum. Bu parçadaki “o kadın” yukarıdaki bahsettiğim o kadın değil. Hatta onun tam tersi diyebilirim. Bu parçadaki “o kadın”, otuz yedi yaşına gelip de gençlik rüyalarının hiç birini gerçekleştiremeyeceğini anlayan Lucy Jordan.
Gaza bastım.Yanımda bir kız arkadaşım olsaydı şimdi. Ayşe, Yasemin, Evren, Zeyno, Deniz… Hayatta en çok özlediğim şey gençliğimi bilen bir kız arkadaşla beraber vakit geçirmek.
Akşam yeni arkadaşlarımla yiyip içtiğim erken akşam yemeğinden sonra (yaşasın akşam 16:30’da akşam yemeğine oturan yogacı dostlar!) yine saat dokuzu bulmadan yattım. Hemen uyudum. Ertesi sabah kısa bir yogadan sonra havaalanına, oradan eve döndüğümde ışıl ışıldım.
Hazırlık kurslarına katılım Shadow Yoga Temeller Programı’na kayıt için ön koşuldur.
Bu kurslarda Shadow Yoga’nın temel felsefesini, hareket dinamiğini ve sizi Temeller Programı’na hazırlayacak bir hatha yoga serisini öğreteceğiz. Buluşmalarımız her ayın iki hafta sonunda gerçekleşecek. Ekim ya da Kasım kurslarına katılım Shadow Yoga Temeller Programına kayıt için ön koşuldur.
Preprelüt Ekim Kursu 5-6 Ekim ve 12-13 Ekim 2019
Cumartesi ve Pazar sabahları 07:00-10:00 (Toplam 12 Saat)
(Erkek öğrencilere yüzde 50 indirimli)
Kontenjan: 30 kişi
Yer: Bomonti, Şişli
Preprelüt Kasım Kursu 2-3 Kasım ve 9-10 Kasım 2019
Cumartesi ve Pazar sabahları 07:00-10:00 (Toplam 12 Saat)
(İki kursun içeriği aynıdır. Pekiştirmek için ikisine birden katılabilirsiniz)
(Erkek öğrencilere yüzde 50 indirimli)
Kontenjan: 30 kişi
Yer: Bomonti, Şişli
SHADOW YOGA TEMELLER PROGRAMI
HOCA: DEFNE SUMAN
Bu program sene sonu inzivası ile beraber beş ay sürecek. Bu süre zarfında ayda iki hafta sonu olmak üzere İstanbul’da sekiz defa bir araya geleceğiz. Her ay on iki saat süren ve yoga asana, hareket, teori, felsefe, soru cevap bölümlerinden oluşan bir programı izleyeceğiz. Pre-prelüt kurslarını 2019 yılında veya daha önce tamamlamış tüm öğrencilere açık bu programda Shadow Yoga’nın ilk ayakta serisi (prelüt) olan Balakrama’yı öğreteceğiz. Balakrama güce atılan adım anlamına gelir. Bu hareket serisi sadece kas kemik sistemini güçlendirmekle kalmaz, nefesi açarak kişinin fiziksel/psikolojik zorluklara karşı tahammül düzeyini de yükseltir. Shadow Yoga Temeller Programı dahilinde dört ay boyunca on iki saat süren ve yoga asana, hareket, teori, felsefe, soru cevap bölümlerinden oluşan bir seyir izleyeceğiz. Buluşmalar arasında geçen sürede düzenli olarak evde çalışmak çok önemli. Program Mayıs 2020’de Şirince Tiyatro Medresesi’nde yapacağımız inziva ile sona erecek.
Derslerin tamamına gelmek zorunludur. (İnziva hariç) Birinci dönem sonunda derslerin yarısı ya da yarısından fazlasına gelmemiş öğrenciler ikinci döneme devam hakkını yitirirler.
ERKEK ÖĞRENCİLERE YÜZDE 50 İNDİRİM BU PROGRAMDA DA GEÇERLİDİR.
2020 Yılındaki Buluşmalarımızın tarihleri:
4-5 Ocak ve 11-12 Ocak 2020
1-2 Şubat ve 8-9 Şubat 2020
29 Şubat-1 Mart ve 7-8 Mart 2020
28-29 Mart- 4-5 Nisan 2020
(Derslerin arasındaki haftalarda asistanlarla ücretsiz çalışma seansları yapılacaktır. Gayrettepe’de. Bunlara katılmanız zorunlu değil ama çok faydalı olacaktır.)
Şirince Tiyatro Medresesi İnziva 26 Nisan- 3 Mayıs (Ayrıntılar yakında)
ORTA SEVİYE KURSLAR
Haftasonu Programı: Chaya Yodha Sançalanam
HOCA: DEFNE SUMAN ve PINAR ÜSTÜN
İkinci yıl öğrencileri ile prelütleri tekrar etmek isteyen eski öğrencilere açık bir programdır. Defne Suman’ın hafta sonu programı Pınar Üstün’ün hafta içi bile beraber alınabilir. İki kurs beraber yapanlara uygun bir ücret sunulacaktır.
(Pınar Üstün’ün kursu çok yakında bu sayfada ilan edilecektir.)
BİREYSEL ASANA KURSU
HOCA: DEFNE SUMAN
Bu kurslarda öğrenciler aynı salonda ancak tek başlarına bir prelüt yapacaklar. Daha sonra hoca her öğrenciye uygun asanayı serilerine ekleyecek ve öğrenciyi asana içinde düzeleyecektir. Bir Shadow Yoga serisini baştan sonra tek başına yapabiliyor olmanız bu kursa katılmak için yeterlidir.
Saatler: 16:00-18:00
Tarihler 8-11 Ekim, 5-8 Kasım , 7-10 Ocak, 14-17 Nisan
İLERİ SEVİYE KURSLAR: Nrtta Sadhana*
HOCA: DEFNE SUMAN
Hafta Sonu Kursları:
Cuma: 17:00-19:00, Cumartesi ve Pazar 16:00-19:00
Tarihler: 4-5-6 Ekim; 1-2-3 Kasım ; 3-4-5 Ocak ; 31 Ocak-1-2 Şubat; 28-29 Şubat; 1 Mart , 3-4-5 Nisan
Dün gece rüyamda ilk yoga hocalarımın katlediliğini duyuyordum. Psikopat bir öğrencileri bir gece evlerine girerek onları bıçakla doğramış. Üzüntüden, çaresizlikten çılgına dönüyor, sorup soruşturuyordum. Maalesef doğru, diye yanıt veriyordu sorduklarım. Rahatsız uykumdan 5.30 gibi uyandığımda içime su serpildi.
Bu rüyayı neden gördüm?
Tayland’daki ilk hocalarım rüyama çok sık girerler. Bu rüyaların hemen hepsinde kendimi huzursuz hissederim. Kapılarına kadar giderim, açmazlar. Ya da biri açar, benimle ilgilenmez, diğeri hiç karşıma çıkmaz. Veya o kente giderim ama bir türlü onların sokağına girmeye cesaret edemem. Onları bırakıp gittiğimde içimde çöreklenen suçluluk duygusundan hâlâ kurtulamadım sanırım. Onlar beni yoga dünyasına getiren ve orada yetiştiren ebeveynlerimdi ve ben bir gün onları terk ettim. Tam da artık seni yetiştirdik, şimdi sen de bizimle beraber çalışırsın, okulumuzun yeni hocası olursun dedikleri bir aşamada ben Tayland’dan ayrılmaya karar verdim. Oysa ne çok istediğim, hep hayalini kurduğum bir şeydi. Ben de Nong Khai Alternative Center’da ders verecektim. Ömrümün sonuna kadar orada, onlarla, onlar gibi yaşayacaktım. Bir sevgilim eksikti ama Nong Khai’de insan sabit durduğunda muhakkak yoldan geçen birileri kollarına düşüyordu. Bu şahane hayata yerleşmek isteyecek birisi karşıma kesin çıkacaktı. O konuyu kafayı takmıyordum.
Benim Tayland’da yaşadığım seneler (milenyumun başları) henüz sosyal medya ve akıllı telefon icat edilmediğinden olsa gerek, hâlâ mektupların yazıldığı yıllardı. Uzaktakilerle günlük temasımız eksikti. O yüzden haftalık, aylık telefon görüşmeleri yapılır, emailler yazılırdı. Bugün bilgisayarımda kayıtlı Mektuplar klasöründe sayfa sayfa yazılmış mektuplar var. Anneme, Yasemin’e, Zeyno’ya, Ayşe’ye, babama… Sabah kahvem elimde, evimin ışık alan bir köşesine çektiğim masada, dizüstü bilgisayarıma saatlerce yazdığımı hatırlıyorum. Sonra at diskete, yürü internete kafeye. İyi ki de yazmışım. Belki bir gün bir yayınevi basar mektuplarımı. Yogaya başladığım yılların, zamanın ve belleğin filtresinden geçmemiş ham halini okuruz.
Diyeceğim şu ki, o mektuplardan anladığım benim o dönemde orada, hocaların dizi dibinde çok mutlu olduğum. Her ikisine de bir parça aşık olduğum ortada. Ama bunu zaten o zaman da biliyordum. Tüm şehir biliyordu. İkisi de beni candan kucakladıkları için nasıl dedikodumuzu yapacaklarını kestiremiyorlardı sadece.
Sonra ben orayı terk ettim. İki aylığına Amerika’ya diye yola çıktım. Hocalar da beni destekledi. Hatta onların klasik Hatha Yogasından farklı bir sistem öğrenmem konusunda beni cesaretlendirdiler. Aştanga olabilirdi, Yin Yoga olabilirdi. Döndüğümde derslere başlayacaktım.
Ama ben dönmedim. Döndüm de, eşyalarımı toplamaya, evimi kapatmaya, bisikletimi satmaya döndüm. Yanımda da olur a vazgeçerim, Nong Khai vorteksinde büyülenir de yine kalmaya karar veririm diye ömrümün biricik ekseni Yasemin’i götürdüm. Çünkü Amerika’da geçirdiğim iki ayda öğrenmiştim ki dünya büyüktü. (Burada yazar dünya derken yoga dünyasını kastediyor.) Öğrenilecek çok şey vardı. Üstelik hayatın çetin koşullarında tomurcuklanan, ilişkilerde filiz veren bir disiplindi yoga. Ben büyülü kentimde, nehre karşı oturduğum yerde sadece kafamı kuma gömecektim. Tayland’dan Laos’a geçmekte olan ve yüzlerini muhtemelen bir daha görmeyeceğim bir avuç gezgine yoga dersi vererek hayatımı geçirecektim. İstediğim sahiden bu muydu? (Mektuplarıma bakacak olursanız evet, kesinlikle, tam da buydu.) O zaman iki aylık Amerika seyahati (ve yeni bir hoca) gönlümü nasıl bu kadar kolay çelmişti? (Kendimize söylediğimiz yalanlar… Evet bu konuya yarın filan bir ara geleceğiz. )
Tüm bu olaylardan önceki sene tek başıma Hindistan’a gitmiştim. Şimdi beni dehşete düşüren bir cesaretle tek başıma gece yarıları otobüslerde, trenlerde yolculuk etmiş, adını bilmediğim otellerde kalmış, “gel sana evimde enerji healing yapayım,” diyen aşramın genç asana hocası Krişna’nın peşinden evine gitmiş, dahası yine Krişna’nın motoruna atlayıp onunla Himalaya şelalalerinde gezinmiştim. (Krişna’nın günahını almayayım, bana istemediğim hiç bir şey yapmadı, enerji healing dediği bir cins Reiki idi ve mesafesini korudu.) Tüm bu gözüpek Hindistan anılarımı şuraya bağlayacağım: Krişna beni aşramın yüz küsur yaşındaki Guru’sunun karşısına çıkarttı. Normalde yabancıları guruya “bulaştırmak” istemezlermiş ama ben hem o kadar yabancı sayılmazmışım, hem de pek münzevi bir kimseymişim (zahide oluyor burada- ascetic) o yüzden aşramın gurusuna bir ziyanım dokunmazmış. Krişna böyle diyerek beni Guruji’nin çiçekler ve tütsüler içinde oturduğu yer altına indirmişti. Guru görmüyordu. Ufacık bir adamcağızdı. İngilizce konuşmıyordu. Elini, eteğini öpmüştüm Krişna’nın talimatlarıyla. Krişna bana Guru’nun sözlerini tercüme etmişti.
“Gitsin, doğduğu ülkedeki insanlara yoga öğretsin, başka yerlerde vakit yitirmesin.”
İlk duyduğumda bu öğüt hiç işime gelmemişti. Guru’nun belki ülkemi Tayland sandığını varsaydım. Mektupların da belirttiği üzere ben o sıralar hocacıklarımın dibinden ayrılmayı hiç mi hiç düşünmüyordum. Guru’nun sözlerini hemen kulak ardı ettim. Krişna’yla da bir daha yazışmadık, görüşmedik.
Guru’nun öğüdünden çok değil, bir buçuk sene sonra ben Yasemin’in yardımıyla evimi boşaltıyordum. İlk hocalarımdan kadın olanı bana çok bozulduğunu hiç saklamadı. Közden aldığın patates gibi elinden attın, bıraktın beni gibi duygusal cümleler de kurdu. Duygusal cümlelere babamdan alışığımdır ve tahammül sınırım epey düşüktür. Oradan derhal ayrıldım ve bir daha da dönmedim. Suçluluğumu içimde her yere taşıdım. Rüyalarımda bilincime kustum.
Ancak dün geceki rüya, yani onların katledildiklerini görmem başka bir sebepten diye tahmin ediyorum.
Budapeşte’deyim. Shandor ve Emma hocanın düzenledikleri Shadow Yoga-Şadanga kursuna katılmak için buraya on öğrencimle beraber geldim. Son dakikaya kadar tereddütlüydüm, gitsem mi gitmesem mi… (Bunu yarın yazarım size, neden.) Nihayetinde geldim. İyi ki gelmişim.
Bu sene ilk defa pranayama öğreniyoruz. Bu benim Budapeşte’deki onuncu yılım. Shadow Yoga’daki on ikinci. Pranayama ilk defa bu sene müfrefadata katıldı. O da üç nefes ve sonra bırak. O kadar. O üç nefese hazırlanmak için evet on iki sene geçirdim ve hâlâ da tam olarak hazır mıyım emin değilim. Sonra bu kursta ilk defa çakralardan bahsediliyor ve ilk çakranın (sadece ilk çakra) kök sesi, şekli ve rengi ile ilgili bir çalışma yapıyoruz. O kadar.
Bunun rüyamla ne ilgisi var?
Benim ilk hocalarım bize ilk günden pranayama yaptırtmış, beşinci gün çakraların tamamını sesleri, şekilleri ve şemalleri ile hayal ettirerek bir “meditasyon” yaptırmışlardı. Benim kafam bir dünya olmuştu ve yogaya (ya da yoga sandığım o şeye) canı gönülden bağlanmıştım. Bugün, yoganın derin sularına öğrenciyi hızla sokmanın bir cahil cesareti olduğunu biliyorum. Yoganın en ince ayarlı alet edevatını oyuncak gibi başlangıç öğrencisinin eline vermenin yaratacağı fizyolojik ve psikolojik zarar ziyandan haberdarım. İlk hocalarımın yanlışını nihayet kabul ettiğim için sanırım onları rüyamda katlettim.
Not: Bu yazının devamı var. Sıkılmayın diye şimdi kesiyorum. Okursanız yarın yine yazarım.
Ben artık bloglar okunmuyor sanıyordum. Sizden gelen yorumlara sevindim. Heyecanlandım. Teşekkür ederim. Madem okuyorsunuz, ben de yazayım.
Dün de söylediğim üzere Budapeşte’deyim. Yoga hocalarımın düzenlediği kursa öğrencilerimle beraber geldik. Budapeşte’ye ilk defa on sene önce (Yakın geçmişe ait gibi gelen 2009’dan on sene öncesi diye söz etmek tuhafıma gidiyor ama hakikat bu.) yine Shandor ve Emma hoca ile çalışmak üzere gelmiştim. Bu yoga okulundaki ikinci senemdi. İlk iki yılın kurslarını ABD’de tamamladığım için Avrupalı Shadow Yoga camiası ile ilk defa karşılaşıyordum. O sene, ilk senem diye mi bana öyle geldi bilmiyorum, sınıf arkadaşlarımla pek güzel kaynaşmıştık. O zamanlar küçük bir gruptuk ve benim katıldığım kursa büyük toplar değil, onların öğrencileri gelmişti. O zamanlar aramızda hocalık eden kimse yoktu. Her dersin sonunda çıkıp Budapeşte Operası’nın arkasındaki bir kahvede oturuyor, kruvasan yiyorduk. Son gün de Tuna nehri kıyısında pikniğe gitmiştik. Sınıf arkadaşlarımın beni daha ilk seferden nasıl candan kucakladıklarını hiç unutmadım.
Aradan on yıl geçti. Sınıfımız büyüdü. Biz büyüdük. O ilk grubun yarısı yogayı bıraktı. Diğer yarısıyla seksen kişilik grubun içinde göz göze geliyoruz, başka türlü gülümsüyoruz birbirimize. Bir çoğumuz bu okulun öğretisini aktarmaya hak kazandık şimdi. Arka sıralardan önlere yaklaştık.
O zamanlardan beri değişmeyen şeylerden biri kurs günleri boyunca oturttuğum ritim. Tek başına yakaladığım bu ritim bana huzur veriyor. Yazmam için ilham, yaratıcılık için avare zaman yaratıyor. Mâlum yogada ritim çok önemlidir. Ritmi apana vayu belirler. Ritim nefesin organizmadaki gezintisini ahenge sokar. Burada her gün aynı şeyleri yapıyorum. Ezberden veya muhakkak şu saatte şunu yapmalıyım zihniyetiyle de değil. “Bıraktım akışa bakalım ne çıkacak bahtıma” tembelliği ile hiç değil.
Derslerimiz sabah 7-9 arası. 6:30da sınıfta olmakta fayda var. Hocamız erkenci. Dersten sonra hep beraber kahve içiyoruz. Öğlen yemeğini erken yiyorum ki akşam dersine kadar erisin her şey. Akşam dersi 16:00-18:00 arası. Kahveden sonra çabuk bir alışveriş ve eve dönüş. Her gün taze ve yeni bir yemek pişiriyorum. Bu kurslarda dışarıda yemek yemek akıl kârı değil. İnsanın canı saf besinler istiyor zaten. Basit bir iki sebzeyi pişiriyorum. Yanında pilav. Sonra evde oturup derste öğrendiklerimi yazıyorum. Kitap okuyorum. Müzik dinliyorum. Turistik koşturmaları yıllar önce bıraktım. Evden okula, okuldan kahveye, çarşıya sonra yine eve, okula, eve. O kadar.
Yemek yaparken ve sonra yerken sesli kitap dinliyorum. Döne döne okuduğum kitapların sesli kitap versiyonları bilgisayarımda kayıtlı. Bu aralar Tom Robbins’in “Sıcak Ülkelerden Dönen Vahşi Sakatlar” romanını dinliyorum. Tayland yıllarında okumuştum. Sonra birkaç defa daha okumuştum tabii. Yemek yaparken duyduğum sahneler sanki kendi anılarım gibi. Bazı romanlar öyle zaten. Öyle bir bilincinize işliyor ki karakterleri eski dostlarınız, içinde geçen sahneleri de anılarınız gibi geliyor. O kitaplardan birini tutkuyla, zevkle okuyan biriyle karşılaştığımda ruhum bir yandaş bulmuş oluyor. Seviniyorum. Bir insanı tanımamın en iyi yolu onun yüreğine işlemiş romanı okumaktır bence. Kokia ile tanıştığımızda hemen dost olacağımızı iki şeyden anlamıştım: O da Küçük Şeylerin Tanrısı’nın dünyanın en iyi romanı olduğunu düşünüyordu ve Famous Rain Coat çalmaya başladığında müzik setinin repeat düğmesine basıyordu. Şimdi Pınar okuyor Küçük Şeylerin Tanrısı’nı. Artık onunla da ortak bir dünyamız, çekiştireceğimiz karakterlerimiz ve beraber derman arayacak dertlerimiz var.
Yemek yapar sonra yerken, bulaşıkları yıkayıp kaldırırken sesli kitap dinlemek bana çocukluğumu hatırlatır. Küçük Prensi kasetten dinlerdim. Başa sara sara. Başka öykülerim, masallarım da vardı. Ama en çok Küçük Prensi dinlerdim. Tek çocuk olduğum için sanırım, ancak bir evde yalnız başıma kaldığımda kendimi yüzde yüz rahat hissediyorum. Boş duvarlara bakıp, oh diyorum. Nihayet benimle ben baş başa kalabildik.
Huzur.
Son haftalarda talihsizliklerin ardı arkası kesilmedi. Çok da hazırlıksız yakalandığım bir dizi aksilik beni buldu. Üzerine küçük kedimiz Mili’nin tehlikeli corona virüsü kaptığını öğrendik. Çok hastalandı Mili. Bir gece sanıyorum ölümden döndü. Başka dertlerle boğuşuyordum. Çok sevdiğim bir canlının buz kestiğini fark edince aklım başımdan gitti. Orada ipin ucu kaçtı. Gülçin’le Mili’yi veterinere zor yetiştirdik. Testlerin sonucu vahimdi. Yüksek titreli corona. O zaman anladım ki nice zamandır, belki yıllardır, biriktirdiğim acıların, yasını tutmadığım kayıpların, üzerini kapatıp karanlık bir rafa kaldırdığım kaygıların, metanetle karşısına dikildiğim azapların miadı doldu. Mili’nin hastalığı son damlaydı. Bardak taştı.
Bir hafta boyunca ağlamaktan içim dışıma çıktı. Beni kimse avutamadı. Kucaklamalar yeterince sıkı değildi. Korunaksız, uzayda bir başına kara deliğe doğru çekilir gibi hissediyordum kendimi. Mili yaşıyordu. Yaşatmak için herkes elinden geleni yapıyordu ama yüreğime o gece çöreklenen kaybetme korkusu çok tanıdık bir yerde sızlıyordu. Serinkanlı zamanlarımda bu hissi geri sarıyordum. Ben bu yürek yanmasını ne zaman hissettim? Sevgilim beni aldattığında, terk ettiğinde, hoşlandığım bir adam benimle bir gece yatıp sonra yüzüme bakmadığında, köpeğim Cuma’yı Sundance’e bırakıp eve döndüğümde, yaz sonu tatilinde Narlı’dan dönerken Yasemin’le arabalarımız ayrıldığında, yine yaz sonunda kuzenim Esin Amerika’ya döndükten sonra beraber oynadığımız odaya girdiğimde, annem iş seyahati için Almanya’ya gidip beni teyzemin evine bıraktığında, babamsız evde gece yarısı uyanıp hırsızdan korktuğumda… Hep aynı ağrı. Karın boşluğumda yumru büyüklüğünde bir sertlik, kalbimi bir karga gagalıyorlar gibi bir acı, sigaraya başlamışım gibi bir sıkışma.
Bu ağrıyı, onun gelen, giden, ölen, aldatan, terk eden kişilerden bağımsız olduğunu bilecek kadar çok tecrübe ettim. Ne demiş Sezen Aksu? Acıyor aynı yerden her şeye rağmen. Ne akıl kar ediyor, ne fikir o sırada. Yaralı tepeden tırnağa herkes yaralı…
Tüm parmak uzatmalardan arınıp, gardları düşürdüğümde ağrının içinde şunların bulunduğunu görüyorum: Bolca yalnızlık. Dermanı bulunmayan çaresizlik. Korunma, kollama gereksinimi.
Ve hepsinin ötesinde ve etrafında korku. Saf, korku. Dehşete varan bir korku. Varoluşa dair bir korku. Hayat buymuş. Bir kayıplar zinciri. İlk nefesimizden beri bir şeyleri yitiriyormuşuz. Hayat yitirdiklerimizin peşi sıra ipe dizilmesiymiş.
Uyanmak istediğim bir yarın yoktu. Uyanacağım yarında hasta bir kedi, hasta bir koca, benden ilgi ve ihtimam bekleyen iki hoca ve ters giden talih vardı. İlk defa babamın nasıl bir ruh haliyle intihara karar verdiğini anladım. İnsan bu kafayla bir iki ay yaşarsa ve zaten yetmiş yaşındaysa tetiği çeker, vurur kendini. Kesin bilgi.
Yasını tutmadığım kayıplarım herhalde böyle bir yükleme bekliyordu, zincirinden boşandı. Benim de ağlamaktan içim boşaldı. Babam öldüğünde doğru dürüst ağlayamamıştım. Mili’nin hastalığından babamın acısı çıktı. Kokia’nın gün be gün yiten sağlığı. Evliliğimizin yitirdiği el ele yürümek, tuvaletti, merdivendi, rampaydı hesabı yapmadan gezmek, beraber yüzmek gibi basit ama değerli yaşantıların kaybı… On haftalık hamileliğimde düşürdüğüm bebek, yıllar önce kendi isteğimle aldırdığım bir diğeri. Ölen hayvanlarım. Yitirdiğim aşklarım. İntihar eden dostlar… Hepsi birden üzerime yıkıldı. Kayıplar dağı altında ezildim ben. Sarıldılar, sarmaladılar ama hiç biri yeterince sıkı gelmedi, kucakladılar ama o korunmasızlık hissimi, dehşete varan korkumu içimden silemediler.
Bu kursa, Budapeşte’ye gelmeyecektim. Hastalanan kedimle İstanbul’da oturup kafamı dinleyecektim. Sonra hocamın birkaç sözü beni ikna etti. Öğrencilerimin sessiz davetini de duydum. İyi ki gelmişim.
İyi ki gelmişim çünkü içimdeki dehşete varan korku, korunmadığım ve kollanmadığım hissini içimde uyandıran şey Tanrı’yla bağımın kısa bir süreliğine kopmasıydı. Bunca talihsizlik peşi sıra beni bulunca ben Tanrı’yı yitirdim. Oysa yoga benim için her şeyden önce Tanrı’yla buluşma, O’nunla konuşma ve kendimi ona teslim etme imkandır. Buraya, Budapeşte’ye gelip de hocaların karşısına öğrenci olarak oturduğumda o bağ geri geldi. Yeniden güven doldu içime ve korunduğumu, kollandığımı hissettim.
Bugünlük bu kadar olsun.
Hocaların karşısında öğrenci olarak kendimi izlerken keşfettiklerimi de yarın yazayım. Bu kadar ağır olmaz hem.
Esen kalın!
D.
10 yıl önce yine Budapeşte’de Sınıf arkadaşlarımla /My Shadow Yoga classmates 2009 Budapest
Hocanın karşısında oturmuş beni gözlerken öğrendiklerim (ve sizden çok kendime söylediklerim) :
Bir pabuç gibi bırakacaksın kendini kapının dışında yoga öğrenmeye geliyorsan. Hocanın gözündeki imgenin zerre kadar önemi olmayacak. Bir ruhtan diğerine akan bilgiyi taşımaktan başka işe yaramayacak bedenin ve zihnin. Gerisini dedim ya, bırakacaksın pabuçlarının yanında, kapının dışına. Hocanın karşısında oturan insanlar kimlikten, kişilikten, benlikten, bellekten bağımsız organizmalar. O platformdan görünen manzarada bir büyük vücudun kolları, bacakları, gövdesisin. Tek nefes alıp veriyor bütün oda. İyi bir orkestra gibi. Akordu bozuk enstruman ahengi bozacak ve o zaman hoca kızacak. Amma kızdığı zaman senin varlığına değil kastı. Senin içindeki ahengi engelleyen parçana kızacak. Hakikatten bıraktıysan kendini pabuçların yanına, gücenmezsin. Hoca senin karşında değil, yanındadır. Akordu bozuk telini sana göstermekten başka bir derdi yoktur. İçindeki dangalağı beraber bulup eğitmekten başka bir emel gütmez. Madem bir hocanın önünde diz çöktün, onuna beraber çalışmalısın. Kafa tutmak, küsmek, yanlış anlaşıldığına yanmak, şu bu onlar hep kapının dışında bıraktığın parçana ait kalacak, sen yola devam edeceksin.
Bu bir.
İkincisi: Esrarlı bir alem yoga. Esrarını bir meşale gibi taşıyacaksın. Orta yerde yapmayacaksın mesela. Yalnızsan ve ilgi çekmek istiyorsan yogayı değil, şahsi çeşnini ortaya koyacaksın. Şahsi çeşnin pabuçların yanına bıraktığın parçanda saklıdır ve pabuçların kadar mühimdir bu hayatta yürürken. Ve fakat o çeşniyi yogaya sokmayacaksın. O kadar. Sanat, edebiyat senin benliğini ifade etmen ve insanlığa sunman için sana armağan edilmiş imkanlardır. İnsanlarla temas istiyorsan sanata başvur. Edebiyata başvur. Yoganı kendine sakla. O mahremdir. Dünyada daha çok insan yoga yapsın değil, bu disipline hak ettiği saygıyı gösterilsin diye uğraş. Yogayı aktaracaksan derslerin dışında bir kanalla, mesela sosyal medya ile, bilgi vermek için aktar. İlgi çekmek için değil. Bilgi dışarıdan gelmez. İçinde kayıtlıdır. İçtendir. Sana münhasır varoluşun kodudur. Herkesinki ayrıdır. Sanırım ki Tanpınar’ın şahsi çeşni dediği de budur.
Üç:
Yalan söylemeyi bırak. En ufak bir yatırım varsa aklında, gör onu. Ben bir şey beklemeden buraya geliyorum, büyük bir yalandır. Önce onu gör. Görmezsen tanımazsın. Tanımazsan bırakamazsın. Neden buradasın? Hoca sonsuza dek seni görmezse ve adını öğrenmezse gözünün içine asla bakmaz ve sana el vermezse ve hatta verdiği eli geri çekerse sen yine burada olur musun? İnsanevladı bir topluluk içinde yer edinmek ister. Bu topluluk seni dışlar ve yapayalnız bırakıırsa yine gelir misin? Öykü yazmak istiyorum diyorsun. Çantanı aç ve bak, yanında romanın, öykün var mı? Günün fonunda sana eşlik eden, çantanın içinden seni çağıran bir kurmaca dünyası hayatının, zihninin parçası değilse yazamazsın. Edebiyat ancak ona zaman verirsen sana ödülünü sunar. Yoga öğretmek istiyorum diyorsun, her sabah tek başına yoganı yapacak kadar seviyor musun onu? Bir daha asla yoganın güzel, zarif hareketlerini, nefsini çoşturan yogik zaferlerini sosyal medyada ya da şu bu kursta bu kursta sergilemeyecek olsan yine de her sabah yoganı yapar mısın?
Böyle böyle şeyler işte…
Kısa kısa yazdım. Derse yetişiyorum. Bence yetişir ama konuyu biraz açar mısın derseniz o da olur. Yorumlarınız için çok teşekkürler. Her biri yüreğime işledi. İyi ki varsınız. Umarım yine yazarsınız…
Servisten inince eve çıkacağıma kırtasiyeye koştum. Ağzımdan dumanlar çıktı. 1989 yılının sonuydu. Duvarlarla yıkılıyor, bildiğimiz dünya gözümüzün önünde çatır çatır kabuk değiştiriyor, annemler dudaklarının ucunda acı bir tebessümle haberleri seyrediyorlardı.
Ben liseye yeni geçmiştim.
Soluk soluğa dükkanına dalınca Kırtasiyeci Erdoğan Abi hiç ayrılmadığı tezgahının ardından gülümsedi:
“Küçük abla ne istiyorsun?”
Fısıldadım ne istediğimi.
“Blue Jean var mı?”
Normalde almazdım ama… Yani beni yanlış tanımayasın Erdoğan Abi. Hafif dergiydi Blue Jean. Geçen yaz Joan Baez gelmişti İstanbul’a. Açık Hava Tiyatrosunda aklımı başımı almıştı. Ben artık pop müzik dinlemiyordum. Baez, Dylan, Leonard Cohen… Zaten liseye geçmiş, pembe gömlekten maviye terfi etmiştim. Blue Jean yakışmazdı benim gibi kıza ama bu ay başka, bu ay özeldi. Parayı ödedikten sonra dergiyi çantama tıkıştırdım, eve koştum.
Evde kimse yoktu. Formamı çıkardım, saçlarımı çözdüm, pikabın iğnesini Bakırköy’deki bir pasajda bulduğum Bob Dylan’ın Greatest Hits plağımın üzerine bıraktım. Masama çökünce ilk iş derginin naylonu yırttım, ipten bileziği ve Pazar sabahları gösterilen bir dizide oynayan Amerikalı bir yakışıklının dev posterini kenara attım, parmaklarımın arasında gıcır gıcır eden sayfaları hızlı hızlı geçtim.
Ve derken… İşte oradaydı. Benim mektubum! Sevgili Rumuz Hüzün diye başlayan. Annesini kansere kaybetmiş Hüzün rumuzlu genç kızın, derginin geçen ayki sayısında çıkan ve içimi titreyen mektubuna yazdığım cevabı kocaman çerçevelemişler, öyle yayımlamışlardı. Rumuz Hüzün benim yaşlarımdaydı. Derginin “okur mektupları” köşesine kardeşi ve babasıyla yapayalnız kaldıklarını, kendini çok çaresiz hissettiğini yazmıştı. Mektubu sade, samimi bir ağıttı, kızcağızın bütün acısı yüreğime çöreklenivermiş, hiç düşünmeden kağıda kaleme sarılıp ona bir cevap döşenmiş, hemen o gün koşa koşa gidip mektubumu postaya vermiştim. Blue Jean dergisi de bir sonraki sayısında o mektubu yayımlamıştı işte!
Bir süre Rumuz Hüznün benim sayemde kendini ne kadar iyi hissedeceğini düşünerek sevindim. Sözlerimin bir dergide yer bulmuş olması da başka türlü kıvanç veriyordu. Bundan önce bir defa, o da on yaşındayken haftalık TV dergisine şikayet mektubu yazıp, Şahin Tepesi dizisini daha erken saatte yayınlamalarını talep etmiştim ama o sefer annem görür de dalga geçer diye korktuğum için mektubumu sahte bir isimle imzalamıştım. Bu sefer, dergi sayfasından bana bakan sözlerimin altında kendi ismim ve yanında Rumuz Hüzün’ün bana yazacağını hayal ettiğim mektuplarını göndereceği kendi adresim duruyordu.
Günlerce Rumuz Hüzün’den mektup bekledim.
Güler yüzlü, kaytan bıyıklı postacımız Ramazan abi daha zile basmadan kapıya koşuyor, çapraz çantasından mektup demetini çıkarırken adım adım kadınlığa yaklaşan vücudumu unutup zıplıyordum. Hiç haber yoktu. Akşamları yatağımın altına sakladığım dergideki sözlerimi tekrar tekrar okuyordum. Acaba yanlışlıkla kalbini kıracak bir laf mı etmiştim? Dostluğuma hiç mi ihtiyacı yoktu? Hani çok yalnızdı?
Derken bir gün o çapraz çantadan benim adıma bir zarf çıktı. İnce uzundu. Elinden kaptım, odama koştum, masama çöktüm. İncecik bir siyah mürekkeple yazılmış ismime, adrese baktım. İnci gibi bir el yazısıydı. Tam açacaktım, zarfın arkasındaki damga gözüme çarptı. Zarfın açılacağı çizgiye basılmış damga. “Görülmüştür” diyordu.
Tedirgin, damgayı ikiye ayırdım, zarfı açtım.
Siyah mürekkep ince beyaz kağıdın üzerinde yazı yazmamış, vals yapmıştı! Öyle ince, öyle inci, şırıl şırıl akan dere gibi satırlar… Kağıdın sağ alt köşesindeyse, plaktaki çizik gibi, tökezleyen ayak gibi bir daha o damga. “Görülmüştür!”
Mektup Rumuz Hüzün’den değildi
“Anneeeee! Bir dakika gelsene buraya.”
Annem omzumun üzerinden eğildi. Beraber okuduk.
Sevgili Defne Kardeşim,
Blue Jean dergisinde Rumuz Hüzün adlı genç kıza yazdığın cevabı okuyunca ben de sana yazmak, seninle dost olmak istedim. Sen çok iyi yürekli bir insansın. Ben fikirlerim yüzünden beş yıldır Eskişehir Cezaevinde yatmaktayım. Merhamet dolu sözlerinin bende uyandırdığı ilham ile çizdiğim resmi mektubuma ekliyorum. Umarım sana rahatsızlık vermemişimdir ve bana cevap yazarsın.
Mektubun yazarı şairdi, ressamdı, içli mi içli bir adamdı. Nişantaşı’ndaki okulumdaki sınıf arkadaşlarımın aksine Joan Baez’i biliyordu.
Yazışmaya başladık.
Artık kimselere anlatmadığım dertlerimi ona anlatıyordum. Dünyayı değiştirmek istiyorum. Neden herkes bu kadar duyarsızdı? Ben de sokaklara dökülmek, isyan etmek, insan hakları için savaşmak arzusuyla yanıp tutuşuyordum. Neden etrafımdakiler bana gülüp geçiyordu? Dünyaya çok geç gelmişim gibi hissediyordum kendimi. Parti bitmiş, herkes gitmiş bana yerlere saçılmış konfetilerden başka bir şey kalmamıştı. Bir vakitte insanlar haksızlığın isyanla alt edilemeyeceğine inanmış, herkesi de buna ikna etmiş gibiydi. Çok konuşursam “Aman ha” diyorlardı. Duvarlara barış için poster asan lise öğrencisi bir kızı içeri almışlardı daha yeni. Barış istemek neden suç sayılıyordu?
Kendi satırlarımın da kim bilir kimler tarafından okunacağını bile bile, pembe mavi kağıtlarımın da görüldü damgasını yiyeceklerini bile bile yalnızlığımı, hayallerimi, yenilgilerimi yazıyordum. O beni duyuyordu. O beni anlıyordu. Nasıl olabiliyordu da yüzünü bile görmediğim bir genç adama, üstelik izlendiğimizi bile bile yüreğimin karanlık köşelerini açabiliyordum.
Yoksa?
Yoksa aşk böyle bir şey miydi? Hani gözü kördür derler… Görmeden de aşık olunur muydu?
Peki, böyle tedirgin bir şey miydi aşk yani?
Lise 1 bitti, yaz geldi. Romanların sayfaları etrafımdaki gülüşmeleri, çığlıkları, kızartma ve deniz yağı kokularını yuttu, sadece mavi uzun kulaçların böldüğü uzak dünyalara taşıdı beni. Yaz özgürlüktü, kırmızı dudaklarımda tuzlu bir öpücüktü. Uzak kıyılar tuzunu saçıma, sıcağını tenime katarken, postacımızın çantasındaki “görüldü” damgalı mektuplar İstanbul’daki apartmanımızın kapısında birikiyordu. Tatilden döndüğümde O’nun mektuplarının yanında bir başka zarf buldum. Aynı cezaevinden yazan bir başkası… Tesadüfe bak, Blue Jean’in aynı sayısını o da okumuş, o da benimle mektup arkadaşı olmak istemiş. Aylar sonra hem de! İnanmadım. O’na kızdım. Benden başkalarına bahsetti diye. Beni utanmadan sıkılmadan koğuş arkadaşlarıyla paylaştı diye. Kendimi ranzaların dizildiği koğuşun duvarındaki Hülya Avşar posteri gibi hissettim. Birikmiş onca mektubu kısa, soğuk tek bir notla yanıtladım. Sonuna da arkadaşına selam söylemesini ekledim.
Bir süre ses çıkmadı. Doğrusu rahatladım. Onun düşündükçe hareketlenen yüreğimin tedirgin çırpıntısından kurtulmuştum. Lise iki zordu zaten. Dünyayı kurtarma heyecanımın yerini iyi bir üniversiteye girme hırsı alıyordu. Çok ders çalışıyor, çok da geziyorduk. Ailelerimiz eskisi kadar sıkmıyordu bizi. Joan Baez’in kim olduğunu bilmiyorsa arkadaşlarım, onları daha kolay affedebiliyordum artık.
Sonra bir gün cevabı geldi. Artık hiç beklemediğim bir zamanda. Artık belki de cezaevinden çıkıp beni unuttuğuna inandığım bir zamanda…
Olmaz böyle, diyordu. Aynı cezaevinden iki kişinin sana yazması yakışık almaz. Sen diğer arkadaşla mektuplaşmayı sürdürmek istersen bana bir daha yazma. Olmaz çünkü öyle Defne kardeş. Hoşçakal.
Yazmadım. Ne O’na, ne de ötekine. İçimi karartmak istemiyordum artık. Boğaziçi Üniversite’sinden aydınlık bir gelecek bekliyordu.
O’ndan bir daha da haber almadım. Özgürlüğüne kavuştu mu, kendini bu satılarda okuyor mu, bilmiyorum.
Size bu mektubu Hindistan’ın Coimbatore kenti eteklerine kurulmuş Vaidyagrâma Ayurveda Merkezi’nden yazıyorum. Buraya varalı tastamam iki hafta oldu. İki haftadır ağaçlar, çiçekler, kuş, horoz, tavuskuşu sesleri, kuzu melemeleri arasında yaşıyorum. Sütlü mamül bile yutuyorum.
Buraya yoga hocalarımızın daveti sayesinde geldik. On gün Ayurveda terapisi ve bir hafta da yoga dersi göreceğimiz şekilde tasarlanmış bir tedavi-eğitim programına katılıyorum. İlk hafta hocalarımız burada değillerdi. Dünyanın farklı köşelerinden yaşayan ve büyük çoğunluğu Shadow Yoga hocalığı yapan sınıf arkadaşlarımdan -ben de dahil onsekiz kişi- bir araya geldik.
Doğrusu ben buraya beklentisiz gelmiştim. Beklentisizlikten de öte burada geçireceğimiz zamanının nasıl olacağını tahayyül bile etmemişim. O yüzden de ilk akşam dört kişilik bir doktorlar ekibi ellerinde formlar, stereoskop ve bir baskül (eyvah eyvah!) odama geldiklerinde epey şaşırdım. Sonradan anladım ki bizim burada yoga öğrencisi sıfatıyla bulunmamız doktorlarımız için bir şey değiştirmiyor, sanatoryuma yatan hastalarız biz de ve tedavimiz için ne gerekirse yapılacak.
Sanatoryum kelimesini boşuna kullanmadım. İstanbul-Mumbai arası yolculuk sırasında Kelebeğin Rüyası filmini seyretmiştim. Heybeliada sanatoryumu oradan aklımda kalmış olmalı. Sanatoryum yaşamı, doğa içinde, iyileşmeye adanmış bir zaman dilimi, doktorlarla hastaların beraber kaldığı bir tesis vs. Burası da tam öyle. İnsanlar buraya bizim gibi yoga kursumuz başlamadan iki dirhem şifa alalım diye gelmiyorlar. Ciddi hastalıkların pençesinden kurtulmak veya geçmişte tabii kaldıkları farklı durumlar sırasında aldıkları toksinlerden arınmak için geliyorlar.
Doktorlar bilgili ve ciddiler. Sadece Ayurveda tıbbı konusunda değil, Batı ve Çin tıbbını da çalışmış, bilen kimseler. Onların benim sağlığımı ciddiye almaları benim içimde de saygı ve ciddiyet uyandırdı. Ne zamandır beni rahatsız eden dizimi iyileştirmek istediğimi söyledim. Dizim 1996 yılında, tutkulu bir yaz aşkının terkisinde, Bodrum’da kiralanmış bir Vespa’nın arka koltuğundan uçarak sol kalçamın üzerine indiğimden beri sızlar. Padmâsana’da sol diz havada kalan dizdir. Ağır yük kaldırdığım günlük hayat, yogayla dengelendikçe ben dizimi idare ediyordum ama bu yaz benden iki kat ağır bir mermer kurnayı bahçenin bir ucundan diğer ucuna taşımaya kalkışınca dizim iflas etti ve o günden beri ne zaman büksem kilitleniyor ve düzleşmesi için epey uğraşmam gerekiyor.
Bu denli yapısal bir sorunun kandaki toksinleri temizlemek, enerji kanallarındaki tıkanıklarını açmak, vücudun element dengesini düzenlemek üzerine kurulu Ayurveda tıbbı tarafından, hem de bu kadar kısa sürede tedavi edileceğinden emin değildim ama doktorlara bıraktım kendimi. Tedavimi belirlediler, ertesi sabah başlayacağını bildirip beni kendi halime bıraktılar.
Odamda tek başıma kalıyorum. Yemekler sefertasında günde üç defa odama geliyor. Balkonumdaki döşekte bağdaş kurarak yiyorum. Yemekler hafif, doyurucu sebze yemekleri, pilav, çorba ve çutneyden oluşuyor. Miktarı benim normalde yediğimden fazla. Ama ağırlık yapmıyor. Burada güneşe çıkmamız önerilmiyor. Tüm açık hava alanlarının tepesi örtülü. İnternete günde bir saat giriyoruz. Girmesek daha da iyi olacağı söyleniyor. Odalarda internet yok. İnternete girebilmek için sohbetlerin ve diğer etkinlilerin yapıldığı Mandapam’a gidiyoruz. Aslında anladım ki insanın internette işi günde bir saatte çok rahat bitiyor. E-mailliermi topladıktan sonra yanıtları odamda yazıp, ertesi günkü internet saatinde gönderiyorum. Mesajların tamamı aynı saatte telefona düşünce onlara da beş dakika içinde yanıt verebiliyorum. Bu sistemi eve gidince de sürdürmek istiyorum. Sabah yarım saat ve sonra akşam yarım saat internet. Acil bir işi olan bana telefon edebilir.
Tedavim ilk sabahımızda başladı. Burası dört odadan oluşan kısımlara ayrılmış. Ben 7. kısımdayım. Her kısmın bir doktor ekibi ve bir de terapist ekibi var. Terapistler genç kadın ve erkekler. Kadınlara kadınlar, erkeklere erkekler bakıyor. Bana Tayland’daki öğrencilerimi hatırlatan, güler yüzlü, saygılı ve kendi aralarında bol bol konuşup gülen insanlar. Benim terapistim Vidya ilk sabah beni alıp terapi odasına götürdü. Her kısmın iki tane terapi odası var. Odanızdan çıktıktan sonra iki adımda oraya varıyorsunuz. Terapi masası, ahşap, büyük, yüksek bir yatak. Buraya belinize bağladıkları bir patiska donu saymazsak çıplak yatıyorsunuz. Doktorların size uygun gördükleri terapiyi genç terapist kızlar uyguluyor. Bir saat kadar sürüyor. Masaj olabilir, lavman olabilir, tepeden tırnağa vücudun üzerinde su gezdirmek, içi şifalı ot dolu sıcak torbalarla vücudu dövmek olabilir… Herkesi dengesizliğine ve olası tıkanıklıklarına göre doktorlar tedaviyi belirliyor, terapistler uyguluyor. Doktorlar arada kontrole geliyor.
Terapiden sonra terapist kızlardan biri sizi terapi odasına bağlı bulunan hamama götürüyor ve oradan maşrapalar dolusu sıcak suyu başınızdan aşağı dökmek suretiyle bir güzel yıkıyor. Sonunda saç da yıkanıyor. Sabun yok. Sabun yerine yeşil gram adı verilen ve maş fasülyesinden yapılan bir karışım kullanılıyor. Terapistim Vidya beni yeşil gramla yıkadıktan sonra bir defa bile nemlendirici sürme ihtiyacı duymadım. Tenim yumuşacık oldu. Yüzüm de dahil. Saçları da şampuanla değil, Karruka adı verdikleri kara bir tıbbi su ile yıkıyorlar. İki haftadır saçlarıma şampuan değmedi ve saçlarım hiç bu kadar parlak ve sağlıklı görünmemişti.
Yıkanıp paklandıktan sonra tansiyon ölçülüyor, ıslak baştan nem kapmayalım diye bındıldak bölgesine bir pudra, iki kaşın arası ve boğaza da başka pudralar sürülüyor, terapist eşliğinde odanıza götürülüyorsunuz. Günün geri kalanında dinlenme öneriliyor. Veya doktorların konuşmalarına katılabilirsiniz. Her öğleden sonra doktorlar Ayurveda hakkındaki sorularımızı yanıtlamak üzere Mandapam’da bizi bekliyorlar. Bu sohbetlerde ben çok şey öğrendim.
Ayuverda vücudun iyileşmesinin, zihnin temizliğinden ve ruhun sükunetinden bağımsız olmadığını öne süren bir tıp sistemi. Gün doğumuna ve batımına denk gelen dua seanslarında, gözlerimi salonun ortasındaki ateşten ayırmadan oturdum ve yaşamı sürdüren agniye dua eden doktorlarımızın sesine kendimi bıraktım. Yıllar önce Tayland’ın kuzeyinde bir Budist manastırda kalmıştım. Orada da gün ilk ve son ışıkları toplu dua ile selamlanırdı. Aklıma tüm zamanların en sevdiğim filmi Contact (Jody Foster’ın uzaya gittiği)’tan bir cümle geldi. Dünya üzerinde yaşayan insanların yüzde doksan dokuzu ulu bir gücün varlığına inanır. Gezegenimizi uzayda temsil edecek kişinin insanlığın bu ortak özelliğini yüreğinde taşıyor olması önemlidir.
Hocalarımız geldikten kısa bir süre sonra yoga derslerimiz başladı. Yoga ve terapi aynı anda gitmiyor. Terapinin bitip yoganın başlaması lazım. Bunu hem doktorlar hem de hocalar bize defalara söylediler. Yoga ile Ayurveda ortak ilkeler üzerine kurulu da olsa aynı anda çalıştığında birbirine ters düşen iki sistem. Tedavilerimizi de ona göre ayarlamıştı doktorlar. Yoga başlarken biz de artık iyileşiyorduk.
Dizim gözle görülür bir şekilde iyileşti. Bu kadar yapısal bir incinmenin enerji kanallarını düzene sokarak (hem de sadece on günde) iyileşmesi bana yine vücudun kendini onaracak güce sahip olduğunu hatırlattı. Yeter ki biz önündeki engelleri kaldıralım.
Bu arada bonus olarak da adet kanamam geldi. Dört aydır gelmiyordu. Çok sevindim. Kanama başlar başlamaz yogaya ara verdiğimiz gibi Ayurveda tedavileri de duruyor. Doktorlar, adet kendisi bir temizlik süreci. Biz müdahale etmeden kendisi aksın gitsin diyorlar, gözüme sürme bile çekmiyorlar!
İki haftadır kahve içmediğimi ve kahvenin yerine günde 2 litreye yakın sıcak su içtiğimi de buradan siz sevgili okurlara bildirmek isterim. Akşamlarım sessiz. Odamda kitap okuyorum. Mektup yazıyorum. Bir tane öykü bile çıkarttım. Tayland yıllarımın huzurlu akşamlarını hatırlıyorum. Yanık hindistancevizi kokusu da eklenince, on beş yıl önceki Nong Khai yaşamım burnumda tütmeye başladı.Özlemediğimi bile bilmediğim şeyleri meğer ne çok özlemişim!
Haberlerim şimdilik bu kadar… Aklınızda Ayurveda tıbbı ile tedavi görmek varsa, hiç üşenmeyin atlayın gelin. Basit ilkeler üzerine kurulu bu tıp sistemi 3000 yıldır insanları iyileştirmeyi sürüyor. Daha doğrusu vücudun kendini iyileştirme kabiliyetini ortaya çıkarmak için yoldaki kayaları, taşları temizliyor, gerisini organizmanın mühendislik harikası tasarımı getiriyor.
Hepinize sevgiler, selamlar…
Mektubuma bir kaç tane de fotoğraf ekliyorum. Umarım beğenirsiniz.
Defne.
VaidyagramaSabah kahvaltısıŞenbagam’ı kutsarkenOdamın bulunduğu avluAvlumuzun girişiJaponya’nın Shadow Yoga hocası Akiko ile sabah çayıElimi sıcak sudan soğuk suya sokmayan terapist kızlarımDoktorum ve cin kızıylaSütlerimizin kaynağıGheeler hazırlanıyor.Ghee yapan teyzenin torunlarıDoktorumla sandalağacı dikiyoruzVidya ile birbirimize pek bağlandık.
Tayland’daki evim de böyle bir manzaraya bakardı. Özlemediğimi bile bilmediğim şeyleri meğer ne çok özlemişim!
Yeni bir projemiz var. Sosyal medyada duyurmadan önce size yazıyorum.
Projenin ismi Kış Masalları.
Bir piyanomuz var ve yetenekli piyanistimiz: Fatoş Şafak Pınarbaşı. Bir kitabımız var: Emanet Zaman ve bir yazar: ben.
Ben Emanet Zaman’ı okuyacağım. İkinci romanım.
Fatoş piyanoda romana uygun parçalar çalacak. Oda müziği konseri
Siz salona yayılacaksınız. Şömineyi yakacağız. Bir masada şarap, konyak, kahve, çay, kuruyemiş ve atıştırmalıklar olacak Kediler var, sağdan, soldan geçecekler.
Bu toplantılar ayda bir defa, Salı akşamları saat 19:00’da Kurtuluş’ta Fatoş ve Ali Pınarbaşı’nın evinde gerçekleşecek. Her buluşmada Emanet Zaman’dan uzunca bir bölüm okuyacağım ben size. Arada geçen zamanda siz kitabı biraz daha okuyacaksınız. sonraki buluşmamızda, yine uzunca bir bölüm okuyacağım ben ve Fatoş piyano çalacak. Kitabı konuşacağız, yazım sürecini, müziği, o dünyayı…
Dört buluşmanın sonunda Emanet Zaman’ı okumayı bitirmiş olacağız.
Müzik, edebiyat, dostluk ile geçen bir kaç saatte ruhumuzu doyurup, yüreklerimizi ısıtacağımızı umuyoruz.
Salonumuz çok büyük değil. Zaten samimi bir buluşma olsun isyoruz. O yüzden 15 kişi alacağız. Grup belli olduktan sonra araya yeni kimseler girmeyecek. Ocak-Nisan arası aynı grup ayda bir defa, Salı akşamları Kurtuluş’da bir araya geleceğiz. Tarihlerimiz de belli ve şöyle:
7 Ocak, 4 Şubat, 3 Mart, 31 Mart
Yer: Kurtuluş Son Durak
Ücret: 250TL (yerinizi ayırtmak için 50TL kaparo göndermeniz yeterli.) İlgilenirseniz bana hemen yazın. Sosyal medyada duyurduktan sonra çok çabuk yerler bitebilir.
Bu kışa hızlı giriyoruz. Yoga, yazarlık, kitap yürüyüşleri, kitap okumaları, atölyeler, dersler, kurslar… Listesini aşağıya bırakıyorum.
Kış Masalları
Piyano dinletisi eşliğinde Emanet Zaman kitabımı okuyorum. Kış boyunca dört defa bir araya geleceğiz. Şömine, sıcak şarap, çay, kediler…Dört buluşmanın tamamına katılmak ve Emanet Zaman’ı okumak şartıyla.
Piyano: Fatma Şafak Pınarbaşı Okuma: Defne Suman
Buluşma tarihleri 7/1, 4/2, 3/3, 31/3.
Saat: 19:00-21:00
Yer: Kurtuluş Son Durak
Bu etkinliğimiz dolmuştur. İlginiz için çok teşekkür ederi.z
Yaz Sıcağı Kitap Yürüyüşü
Romanın geçtiği mahallerde geziyoruz, kilit sahnelere ev sahipliği eden kiliselere, okullara, binalara, surlara girip çıkıyoruz. Isınmak için girdiğimiz yerlerde kitaptan parçalar okuyoruz. Kitabın Dyazılış öyküsünü siz soruyorsunuz, ben zevkle anlatıyorum. Bu yürüyüşe katılmak için Yaz Sıcağı kitabının en azından ilk yarısını okumuş olmanız gerekiyor.
Tarih: 28 Ocak 2020 Salı
Saat: 11:30-14:30 Fener, Balat, Ayvansaray
11:30 Fener Rum Patrikhanesi önünde buluşuyoruz
Ücret:100TL
Öncesinde kayıt yapılması şarttır. Kayıt için sumandefne@gmail.com adresine email yazınız.
Konuşma: Hatha Yoga’nın Kökleri ve Dönüşümü
Bu akşam yoganın felsefesini, değişimini ve itibarını geri kazanması için yapılabilecekleri konuşmak üzere buluşuyoruz.
Shadow Yoga prelütlerini hatırlamak veya cilalamak isteyen eski öğrenciler için bir workhop.
Balakrama prelütünü geçmişte bir zaman öğrenmiş olma şartımız vardır. Tecrübeli yoga öğrencileri, ilgileniyorsanız bana yazın. Konuşalım.
Tarih: 3 ve 6 Şubat 2020
Saat: 17:00-19:00
Yer: Gayrettepe, İstanbul
Ücret: 200TL
Kayıtlar için defnesumanyoga@gmail.com
Minoa’da İnsanlık Hali Sohbeti ve İmza
Beşiktaş Minoa’da yeni kitabım İnsanlık Hali’ni konuşuyoruz. Sevgili Nazlı Gürkaş soruyor, ben yanıtlıyorum.
Moderatör: Nazlı Gürkaş
Sonra imza var, daha sonra da caz dinletisi. Harika bir akşam.
Tarih: 7 Şubat 2020
Saat:19:00
Yer: Minoa Bookstore, Akaretler Yokuşu No 52A Beşiktaş
AGNIYOGANA Film Gösterimi
Yönetmenliğini Shadow Yoga okulunun baş hocası Emma Balnaves’in üstlendiği Agniyogana Belgeseli, Hatha Yoga’nın kadim köklerini anlatıyor.
Belgeselin gösterimi 23 Nisan 2020 saat 19:00’da Kadıköy Sineması’nda gerçekleşecek.
Biletler için shadowyogaturkiye@gmail.com
Shandor Remete ve Emma Balnaves ile Hatha Yoga Konuşması ve Nṛtta Sādhanā Hafta Sonu Kursu
24-25-26 Nisan 2020
Bütün dersler yoga tecrübesine sahip her seviyeden öğrenciye açıktır.
Sundernath (Shandor Remete) ile Hatha Yoga Konuşması
24 Nisan Cuma
17:00-19:00
Yer: Advayta Bomonti
Ücret: 100 USD
Bu konuşmaya katılım, hafta sonu kursuna katılanlar için zorunludur. Hafta sonu kursuna katılanlar bu konuşma için ayrıca ücret ödemezler. Yalnızca konuşmaya katılmak isteyenler için ücret 100 USD’dir.
Emma Balnaves ile Nṛtta Sādhanā Hafta Sonu Kursu
25 & 26 Nisan
Cumartesi Pazar
07:00-09:00 07:00-09:00
16:00-18:00
İstanbul’un en sevdiğim kitapçı kahvelerinden birinde, Minoa Bookstore’da bu Cuma yeni kitabım İnsanlık Hali’nin konuşuyoruz. Sevgili Nazlı Gürkaş soracak ve ben yanıtlayacağım. Yoga, yaratıcılık, evlilik, ilişkiler, yas ve nice insanlık hali hakkında konuşacağımız zengin bir sohbet olacağını umuyorum. Söyleşiden sonra da Minoa’nın cafesinde caz dinletisi varmış. Gelirseniz çok sevinirim!
İstanbul’dan iki gün önce döndük. Orada on yedi gün kalmıştık. Ben hem öğrenci hem de hoca olarak yoga kurslarına katıldım. Bir gün edebiyat yazarlığı çalışmasını yönettim, Orhan Pamuk’un Kar romanını okumuştuk onu tartıştık, sonra da ondan aldığımız ilhamla trende geçen ve içinde kar olan bir öykü yazdık. En azından öyle bir öyküye başladık. Başka bir gün Yaz Sıcağı kitabımdaki kimi sahnelerin geçtiği Fener, Balat, Eğrikapı semtlerini okurlara gezdirdim. Bir akşam Kış Masalları vardı. Ondan bir sonraki mektubumda bahsedeceğim. Bir akşam Beyoğlu Edebiyat Evi Kıraathane’de Hatha Yoga hakkında sohbet ettik. Bir de uzun zamandır “sahne almak” istediğim Akaretler Minoa’da Nazlı Gürkaş’la en yeni kitabım İnsanlık Hali’ni konuştuk. Yılın en soğuk gecesiydi. Üstelik Cumaydı. Buna rağmen sevgili okurlar, öğrenciler ve ailem geldiler, beni çok mutlu ettiler. Ertesi sabah kanepede uyuduğum yerden gözlerimi karanlığın içinde parlayan beyaz çatılara açtım. Dersim Advayta Bomonti’de sabahın 7sinde başlayacaktı. Herhalde kimse gelmezdi. Dersten önce kendi yogama ayırdığım yarım saat Mete babamın kara gömülmüş arabasının camlarını temizleyerek geçti. Stüdyoya vardığımda öğrencilerin büyük çoğunluğu (50 kişi!) oraya varmıştı bile. Hayran olmamak elde değil. Gün aydınlanırken yoga yaptığımız yerden, gökten zarafetle inen kar tanelerini izledik.
Şimdi Atina’dayım. Pazartesi öğleden sonra iki kedim ve tekerlekli sandalyedeki eşimle Sabiha Gökçen havalimanına doğru yola çıktık. Kediler çantalarında uslu uslu oturdular. Tüm güvenlik geçişleride onları çantalarından çıkartıp kucağımda taşıdım. Direnmediler. Uçak boştu. Ayaklarımızın altında sessizce oturdular. Tekerlekli sandalyemiz kaybolmadı. Uçak çıkışında Bey’i taşımaya bir değil, iki kişi geldi. Taksiye sığdık. Bütün bunlar İstanbul-Atina arası kedili, kocalı beş saatlik yolculuğu bir başarı hikayesi olarak kurmamıza yeter de artar. Eve döndüğümüzde kediler ve koca tuvalete gittiler, o iş de kazasız belasız yapıldı. Ondan sonra gevşedik.
Bundan sonraki on yedi gün benim için bir içe dönüş zamanı. Gerçi çok istisnai bir etkinliğe katılacağım. Atina’da Türkçe bir kitap akşamı düzenliyoruz. Bizim gibi Türk-Yunan bir çift olan Sinem’le Alexandros’un Exodus adlı kahvesinde İnsanlık Hali hakkında sohbet edeceğiz. Atina’da yaşayan ve Türkçe bilen, Türkçe kitap okuyabilen herkesi davet ettik. Şömine başı, çay, kahve, şarap… Güzel geçeceğe benzer. Yarın akşamı iple çekiyorum.
Atina’ya bahar gelmiş. Hava sıcaklığı 20 derece civarında. İstanbul’un karlı günlerinde elimizin altında bulundurmaya alıştığımız atkı, bere, eldiven takımları hemen çekmecelere kalktı. Öğleden sonra sokağa çıktım. Bizim eve on on beş dakika uzaklıktaki yeni kahvem Dope’a geldim. Buraya geçen ay Bey ile geldiğimizde pek hoş bir tesadüfle iki Türk kadınla tanıştım. Masalarında Ege Soley’in Sakin kitabı duruyordu. İyi ki sosyal bir günümdeymişim. Üşenmedim, gidip merhaba dedim. O ara daha yeni Doğan Novus’un başında olan Mavi Orman editörüm Handan’la Sakin adlı kitabı konuşmuştuk. Daha sonra da ortaya çıktı ki Sakin’in yazar Ege zaten benim pek sevdiğim bir çevirmen (az buz değil Ferrante’lerin çevirmeni) ve arkadaşım olan Eren’in kızıymış. O arada o da ortaya çıktı. İncecik ağlarla birbirimize bağlıyız. Tesadüfler de hayatın kurgusu işte. Bu kahveye geçen gelişimde tanıştığım güzel ve akıllı kadınlar da edebiyat sevdalısı çıktılar. Seçkin’in kitap bloğu vardı. Beni tanıdı. Seçkin, Huriye ve Ayça ile hemen planlar yaptık, aklımıza o anda gelen projeleri not ettik. Madem düzen bizi bu kahvede buluşturmuştu, biz de düzene katkıda bulunmak üzere bu buluşmadan bir çocuk doğurmalıydık!
Şimdi yine Dope’dayız. Tek başıma geldim. Hava mis. Baharın ilk günleri hâlâ içimi kıpır kıpır ediyor. Gerçi artık kış mevsimi yok ama anılarda kalan bir tortu var işte, o geri geliyor. Kokular, serinlikle karışan güneş, gölgede ürpermek vs… Bana eski baharları hatırlatıyor. Hemen canım Rumelihisarındaki o eski büfede basılmış domates salçalı sucuklu tosttan istiyor. O büfe artık yok (galiba) ve ben on beş yılı aşkın zamandır et yemiyorum. Yine de anısı geliyor. Ağzım sulanıyor. Yaşım ilerledikçe hayatın en canlı kısmının anıları hatırladığımızda içimizi saran duygular olduğunu keşfediyorum. Şimdinin gücü geçmişin tadından geçiyor. Şimdiyi anlamlı kılan her şey hafızada saklı. Şu anda belleğimi benden çalsalar, bahar bana bir şey ifade eder mi? İçimde bir şeyler kıpırdanır mı? Yitirdiklerimin hasretini duymadan elimdekilerin kıymetini bilebilir miyim? Spotify’ın günün seçkisi olarak bana sunduğu Değirmenler’i belleğim olmadan yine de sevebilir miyim?
Niyetim bu on yedi gün içinde yeni bir öykü yazmak. Dün biraz uğraştım. Yazdığım hiç bir şeyi beğenmedim. Trende geçen ve içinde kar olan öyküyü sürdürmek istedim, aldı başını bir yerlere gitti, beni doyurmadı. Gerçi bir öykü ya da bir roman başlangıç aşamasında bir yazarı doyurmaz ya, en azında birazcık heyecanlandırsaydı. O da olmadı. Yeni bir şey mi denesem, yoksa sebat edip trende geçen (ama henüz içinde kar olmayan) öykümü biraz daha yazsam mı bilemiyorum.
Bu arada size yazayım dedim. Önümüzdeki on yedi gün bir yandan yeni bir öykü çıkarmaya çalışırken, diğer yandan da size mektup yazmayı sürdüreceğim. Beraber göreceğiz neler çıkacak… Her gittiğim kahveden bir fotoğraf da yollarım. Bugünkü Dope’dan.
Yarın için aklıma gelen konuları unutmamak için buraya not edeyim. Hem sizin için de bir “teaser” olur. (Ne demekse!)
Küçük Prens, Erik Satie, Kış Masalları, Emanet Zaman.
Bugün Atina’daki biricik kahvem Little Tree and Books’dan yazıyorum size. Burası Akropolis mahallesi sınırları içinde, hem kitapçı, hem de kafe. Bizim eve pek yakın sayılmaz. Bisikletle yarım saat sürüyor, taksiyle 10-15 dakika. Sabah Yunanca dersim vardı. Her salı ve perşembe sabahları 11’de Yunanca dersim var. Hocamla Skype’da buluşuyoruz. Bir buçuk saat sürüyor ders. Sonra öğle yemeği yedik. Kedileri besledim. Bey’i öptüm, çıktım. Yolda Yunanistan’daki yayınevimin kitapçısına uğrayıp burada çıkan kitaplarımdan üç tane aldım. Akşamki etkinliğimizde elimizde bulunsun.
Dirseğimi dayadığım raftan yazıyorum.
Little Tree and Books’un topu topu on tane masası var ve bir de kanaryası. Masaları boş bulmak mümkün değil. Ben de arka taraftaki kitap raflarının önüne konmuş bar taburesinde oturuyorum. Önüm, arkam, sağım, solum kitap. Badem sütlü kakaomun hemen arkasında Dido Sotiriou kitapları duruyor. Raftan bozma bu masaya her oturduğumda Dido’nun kitaplarından birini çekip yanıma koyuyorum. Bana Yunanistan’ı anlatan ilk yazardır Dido Sotiriou. Bizim evde Benden Selam Söyle Anadolu’ya kitabından en az üç tane bulunurdu. (Anneme göre kütüphanede kitap aramaktansa gidip bir yenisi almak hem daha pratiktir hem de yayıncı desteklenmiş olur.)
Benden Selam Söyle Anadolu’yu ilk defa okuduğumda on iki yaşındaydım. Okulda öğrendiğim resmi Türk tarih tezine karşı bir görüşün içimde filizlenmesi de bu kitabı okurken vuku bulmuştu. Hiç bilmediğim amele taburlarının Nazi kamplarına ne çok benzediğini ilk o zaman düşündüm sanırım. Kitap biterken ağlamaktan bi hal olmuştum. Son cümlesi hafızamdan yankılandıkça hâlâ boğazıma bir şeyler takılır:
-Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin.
(Bu roman hakkında çok iyi bir çalışma için Şehnaz Şişmanoğlu Şimşek’in Birinci Dünya Savaşı’nda Asker olmak adlı makalesini okuyabilirsiniz.)
Daha sonra, Emanet Zaman’ı yazdığım zamanlarda kitabı hem Yunancasından hem de İngilizcesinden bir kez daha okudum. Bizim Bey ile uyumadan önce birbirimize okuduğumuz bölümlerde beraber ağladık. Topraklarımızın ve insanlarımızın, insanlığın trajedisinden fazlasına ağlıyorduk. Bizi, Amerika’nın bir uzak kentinde karşılaşmış Türk kadını ile Yunan erkeği birbirine bağlayan o esrarlı şeye dokunuyordu Sotiriou’nun romanı ve dönemin kayıpları, yitimleri ve felaketleri. Bizim Bey Emanet Zaman’ı yunancasından okurken de çok ağladı. Ben de yazarken ağlamıştım. Bizi bir araya getiren ve öykülerini yazdıran Emanet Zaman karakterleri bizim ilişkimiz aracılığıyla geçmişten bugüne seslerini duyurmayı başarmış hayaletkerdi belki de.
Emanet Zaman kitabımın yeri kalbimde başkadır. Bir daha hiç bir romanı öyle delice bir ilham ve aşkla yazmadım. Teknik olarak belki en başarılı edebi eserim değildir, nihayetinde sadece ikinci roman. Büyülü gerçeklik yöntemini çok gerçekçi bir tarihi fona oturtmamı eleştirmiş edebiyatçılar olmadı değil ama sorarım onlara Rushdie’nin Geceyarısı Çocukları nedir ve Allende’nin Ruhlar Evi ve Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlığı? Bu romanlar Emanet Zaman’ın tekniğini doğurdu. Ben hayaletlerin hafızalarında dolandım ve onların sesini kağıda döktüm. Yıllarca çok çalıştım.
O sırada yeni düşük yapmıştım ve bir daha hamile kalmaya gücüm yoktu. Yılların ibresi kırkı gösteriyordu. Yine de bir deneyelim dedik. O kış dersleri iptal ettim. Amerika’daki evimizde kaldık. Bir tam yıl boyunca hemen hiç seyehat etmedik. O sırada yazdım Emanet Zamanı. Her gün, her akşam saatlerce, şevkle, aşkla, bulduğum her yerde çalışarak, yazarak geçti.
Bugün Emanet Zaman’ı kayırıyorsam biraz bu yüzden. Kitabın zor bir kurgusu olduğunu, İzmir’e, tarihe, eski Türkçeye yabancı, her gün düzenli okuma alışkanlığı bulunmayan okuru zorladığını biliyorum. Ama bir kitabın zor okunurluğu yüzünden diğerleri arasında kaybolup gitmesi taraftarı değilim. Kitaplarımız biz yazarların çocuklarıdır. Okunmalarından, görünürlük kazanmalarından, “hayatta bir yere gelmelerinden” biz yazarlar sorumluyuz. Bu benim şahsi görüşüm. Romanı bir yayınevine verip de o yayınevinden kitabı yaşatmasını, yükseltmesini beklemek, çocuğunuzu bir yatılı okula verip de ihtiyaçlarıyla bir daha hiç ilgilenmemeye benziyor. Yayınevi elbette kitabın yaşaması, beslenmesi, yükselmesi için bir ortam sunacaktır ama çocuğunuzun yüzlerce çocuk arasından sivrilip, hayallerini gerçekleştirmesini istiyorsanız onun elini siz yazarlar tutacaksınız. Başkası değil.
İşte bu minvalde şeyler düşünürken bir gün, aklıma Emanet Zaman’ı piyano dinletisi eşliğinde yüksek sesle okumak fikri düştü aklıma. Yoga öğrencim, yetenekli piyanist Fatoş Ş. Pınarbaşı bir zamandır evlerinde konserler düzenliyordu. Evde Konser Var projesini belki duymuşsunuzdur. Fatoş ve opera sanatçısı arkadaşı Atilla Gündoğdu Pınarbaşı ailesinin Kurtuluş’taki evlerinde Lied akşamları düzenliyorlar bir zamandır. Hemen Fatoş’a açıldım. Ben okusam, sen çalsan, Ali şömineyi yaksa, Duygu sıcak şarap yapsa, kediler etrafta dolansa, dışarıda kar yağsa ve biz kitabı baştan sona okusak sence kimse gelir mi? Kervan yolda düzülür dedik ve Kış Masalları projesini duyurduk. Ali harika bir tanıtım videosu hazırladı. Sosyal medyada görebilirsiniz. İki günde etkinliğimize yirmi beş kişi kaydoldu. Şehrin en soğu
Kış Masalları 2. Buluşması
k ve fırtınalı akşamlarının birinde başladık. Okurlar Gebze’den, Florya’dan, Kartal’dan Kurtuluş’a geldiler ve gecein sonunda bu dediğim yerlerle geri döndüler…
Kış Masalları’nın Şubat ayı buluşmasında Fatoş Erik Satie’den iki parça çaldı. (Bu arada şunu da söylemeden edemeyeceğim: Her buluşmada kitaptan dört bölüm okuyoruz. Fatoş öncesinde bu bölümlerin özünü, ruhunu yansıtacak parçalar buluyor, benim okumam biterken o da çalmaya başlıyor. Emanet Zaman’ın hayalimizde uyanan sahnelerini onun parmakları piyanoda gezinirken bir kez daha yaşıyoruz.) Erik Satie’den çaldığı iki parça da bana pek tanıdık geldi. Evet, ne olacak diyeceksiniz. Erik Satie herkese tanıdık gelir. Benimki öyle değildi. Sanki hayatımın her günü dinlemiştim. Ama nerede bir türlü hatırlayamıyordum. Aklıma takıldı. Satie’nin Gymnopedie’si pek çok filmin müziğinde kullanılmıştı ama bende soundtrack’i olan filmler değildi bunlar. Belki bale dersinde kullandık yıllarca. Belki bale okulundan birimizin sahnede bu müzikle solosu vardı, olabilir. Hala hatırlayabilmiş değilim. Acaba dedim sık sık dinlediğim sesli kitaplardan birinin fonunda mı çalıyor? Sesli kitap dinlem
eye bayılıyorum. Yazıma ana babalık eden tüm yazarların sesli kitapları küçük ipodumda kayıtlı. Bisiklet üzerinde şehri gezerken, yürürken, metroda hep kulağımda aşina bir öykü.
Bulamadım. Ama bir düşünce beni diğerine attı ve kendimi hiç beklemediğim bir yerde buldum. Çocukluğumun hasta yatağında. Bunu size yarınki mektubunda anlatayım. Biliyorsunuz bu akşam bizim gibi Türk-Yunan çift olan Sinem ile Alexandros’un güzel kahvesi Exodus’ta İnsanlık Hali kitabım için düzenlediğimiz etkinliğimiz var. Atina’daysanız mutlaka bekliyoruz. 19:00’da başlıyor. Şömine yanacak ve çaylar kaynayacak!
Bugün size Kaldi kahvesinden yazıyorum. Kaldi bizim mahallede sayılır. On dakika yürüyerek geliyorum. Yürürken Salman Rushdie’nin Geceyarısı Çocukları’nı dinliyorum bu ara. Bu kitabı 2000li yılların başında bir defa Sundance’de okumuştum. Türkçesinden. Sonra Tayland’daki mahallemizin kitapçısından İngilizcesini buldum.
Mahallemizin kitapçısı yaman bir yerdi. Şehrin tek ingilizce kitap satan dükkanıydı bir defa. Yoga okulumuzun ve Lisa Lippuner’in galerisinin bulunduğu “soi” de bulunuyordu kitapçı. Beni sevmediğine ikna olduğum, erkeksi hatlara sahip bir kadın işletiyordu orayı. Soi, Tai dilinde küçük sokak demek. Bahsi geçen soi’nin kendi sahiden de küçüktü ama anlamı benim için devasaydı. Çünkü Soi yoga hocalarımın da dahil olduğu pek cool bir grup farang (Tayland’a yerleşmiş Batılılar) yerleşkesi olarak görev yapıyordu şehirde. Soi’nin en sonunda ise sırtçantalı gezginlerin kaldığı Mutmee Guesthouse vardı. Hâlâ da var. Soi’nin üzerinde sağlı sollu yer alan renkli, bakımlı iki katlı evlerde hâlâ ilk yoga hocalarımın da dahil olduğu cool faranglar yaşıyor.
Ben henüz otuz yaşında bile değildim ve o soi’de bir ev sahibi olmak için yanıp tutuşuyordum. Soi’de yaşarsam cool farangların ayda bir defa Mutmee Guesthouse’da tertipledikleri akşam yemeklerine davet edilebilirdim. Çünkü davet sahiplerinin etrafında ne kadar dolanıp dursam da beni bir türlü akşamlarına dahil etmiyorlae, aralarına almıyorlardı. Ben yeniydim orada. Fazla gençtim. Fazla taze. Kalıcı olup olmayacağım belli değildi. Nong Khai adlı o küçük, o özelliksiz kentin anlaşılmaz bir büyüsü vardı. Mutmee’de kalan gezginler sırt çantalarını bırakıp yerleşiverirlerdi oraya. Şaşırtıcı bir farang nüfusu gelişmişti bulanık bir nehrin kıyısına kurulmuş, kasabadan bozma Nong Khai’da. Bir iki sene kalan çoktu. Marifet o üç seneyi aşmak, oraya kök salmak, Soi’nin asilzadelerine katılacak kadar sebatlı olduğunu kanıtlamaktı.
Ben kanıtlayamadım. Onlar haklıydılar. Ben ise geçiciydim. Bu yüzden de onlar Mutmee Guesthouse’un muz ağaçları, hamaklar, palmiyeler, şezlonglar, kediler, kurbağalarla dolu bahçesinde, uzun büyük masada hep beraber yemek yerleken ben evimin üst katında, bulanık nehre bakan odamda oturup çay içtim, Geceyarısı Çocukları’nı okudum.
(Şimdi buraya bir parantez açmak şart oldu. O zamanların üzerinden on beş yıl geçti. Soi’nin insanlarıyla sosyal medyada yeniden buluştuk. Beni örnek olan nice genç kadın Nong Khai’e gitti, ilk hocalarımın yoga kurslarına katıldı, Mutmee Guesthouse’da kaldı. Soi’nin insanlarının istisnasız hepsinden -kitapçının sahibi erkeksi kadına kadar- bana ulaşan mesaj beni ne kadar özlediklerine, beni ne kadar sevdiklerine dairdi. Ben onların beni dışladıklarına inanarak orada üç yılımı geçirdim. Sevilmediğime inandım. Sevilesi bir insan olmadığıma. Boş yere üzüldüm. Meğer o insanların kalbinde bir yer edinmişim. Keşke şimdi otuz yaşındaki kendime bir mektup yazabilsem ve sevilesi bir insan olduğumu ona anlatabilsem. Ürkerek o insanların arasında dolanacağına, kabul bekleyeceğine, masalarına otursaydım, bir hikaye anlatıp çorbaya kendimden bir şey katsaydım… )
Parantezden çıktım ama bu konudan çıkamadım. İnsanın ilk ihtiyacı aidiyetmiş. Bunu psikoloji dersinde okumuştuk. İnsan yavrusu bir gruba ait olmazsa yaşamını sürdüremeyeceğini bildiği için ailesine canına sarılır gibi sarılırmış. Belki de bu yüzden bizi en çok inciten şeyleden birisi dahil olmak istediğimiz bir grup tarafından reddedilmek. Bu korku ilkokul yıllarımızdan beri bizi hayalet gibi kovalayan bir korku. İlkokuldaki kızlar arasındaki kıskançlıklar da hep bu dışlanma korkusundan geliyor.
İlkokul geldiğine göre konu, dün kaldığım yere döneyim.
İlkokul ikinci sınıfta, sekiz yaşındayken çok hastalandım. Tam olarak bana ne oldu bilmiyorum. Streptokokla başlayan ve bir türlü iyileşmeyen bir dizi komplikasyon yüzünden çok uzun süre okula gidemedim. (Bana şimdi aylar gibi geliyor ama herhalde sadece bir iki haftaydı) Akşamları iğneci evimize geliyor ve buz gibi penisilin iğnesi vuruyordu popoma. Gündüzleri, eğer annem fakülteye gittiyse onun yatağında oturuyordum. Yan dairede oturan büyük halam ve bebekliğimden beri bana bakan “Habiduş” Hasibe benimle duruyorlardı. Gündüzleri televizyon yoktu. Bilgisayarların evlere girmesi iki üç sene sonra olacaktı. Gamewatch diye bir şey vardı. Mickey Mouse sağa sola koşup dört bir köşeden dökülen yumurtaları elindeki sepete toplamaya çalışıyordu. Sekiz yaşında bir çocuğu bile bir süre sonra bayan bir oyuncaktı. Tüm kitaplarımı okumuştum. Milliyet Çocuk’un sayfalarını çeviriyordum kim bilir kaçıncı kez. Birden kapı çalındı. Habiduş Hasibe açtı. Postacı Ramazan’ın sesini duydum. Hemen yorganların, çarşafların arasından fırlayıp pijamalarımla çıplak ayak kapıya koştum. Habiduş kızdı, ayaklarımı üşüteceğim diye.Bizim yerler bordo marleydi o zamanlar. Postacı Ramazan’ın uzattığı pakedi kaptım. Ne olduğunu biliyordum. Geldiğine inananamıyordum sadece. Ben sipariş etmiştim. Tek başıma Milliyet Çocuk’tan çıkan formu doldurmuş, zartlamış, pullamış, Postacı Ramazan’a ellerimle teslim etmiştim zarfımı.
Yorganın altına girip paketi parçaladım. Evet oydu! Küçük Prens kasedim gelmişti. Milliyet Çocuk’ta ilanın görüp de tek başıma sipariş verdiğim kaset sahiden de gelmişti. Demek böyle şeyler mümkündü dünyada. Parasını da ödememiştim. Nasıl gelmişti acaba? Bunu az bir şey dert ettikten sınra baş ucumdaki kaset çalara kasedimi yerleştirdim…. Bir Mozart ezgisiyle açıldı. Başımı yastığıma bırakıp gözlerimi kapattım. Ülkü Giray anlatmaya başladı.
Altı yıl öncesine kadar beni gerçekten anlayacak bir dost bulamadan yapayalnız yaşadım.
Böyle açılan bir öykü hangi çocuğun kalbini çalmaz? Hangi çocuk yalnızlıktan azade bir hayat sürer?
Küçük Prens kendinden biraz büyük bir gezegende yaşarmış. Kendine bir dost ararmış.
Hasta yatağımda kasedimi dinlerken usul usul ağlamaya başladım. Ama bu sefer yaşlar her zamanki “tantrum” yaşlarımdan farklıydı. Çok derin bir hüzne dokunmuştu Küçük Prens. Sadece benim sandığım zannettiğim bir kederin evrenselliğini kavradığım andı. Hem kedere ağlıyordum, hem de yalnızlığı hissedişte yalnız olmadığımı bilmenin tuhaf paradoksuna.
Ne acı bir dostu unutmak, dünyada kaç kişinin dostu var ki?
İyi edebiyatın bize armağanı tam da bu değil mi?
Peki tamam, biraz da havadis:
Atina’nın Poli’li gelinleri
Dün akşam Atina’nın tatlısı Sinem ile yakışıklı eşi Alexandros’un kahvesi Exodus’ta bir kitap akşamı düzenledik. Şömineyi yaktık. Çaylar kaynadı. Benim kitapları masaya yaydık. Burada yaşayan ve hemen hepsi bizim gibi Yunan erkeklerle evli kadınlar geldiler. Çok tekil sandığımız bir durumun masanın etrafını saran herkes tarafından yaşandığını hatırlamanın neşesi sardı bizi. Kısır çıktı ortaya, patates salatası, imzalar attım, beylere benim kitapların Yunacalarını, kadınlara aynı kitapların Türkçelerini imzaladım. En seksi kitap Yaz Sıcağı, en çok aranan ama bulunamayan kitap Mavi Orman seçildi. En kısa zamanda yeniden buluşmak üzere deyip ayrıldık.
Yalnız değiliz. Hatırlamaya ihtiyacımız var sadece.
Bu sabah daha gözlerimi açmadan tarihi biliyordum. Başımı çevirmeden (soğan kokusu yüzünden bizim Bey başımı ondan öte yana çevirerek uyumamı rica etmişti dün gece), gözlerimi açmadan kocamın sevgililer gününü kutladım, sonra kahve yapmak üzere kalktım. Aklımdan tüm aşklarım geçti. Bir tanesini bile acıyla hatırlamadığımı düşünerek sevindim. Hepsini içimden kutladım.
Şu dizeler o saatten beri dilimde, yazmasam olmazdı:
Bu yalnızlık hiç bitmez
Ne kavgam bitti ne sevdam
Ömür geçer gönül geçmez
Bugün geciktim. Kusura bakmayın. Günlerden cumartesi oluşuna verin. Bugün klasik kahve turuma çıkmam ancak akşamın 5ine kısmet oldu. Daha erken Bey ile işlerimiz vardı. Nihayet erken akşam yemeğimizi yedik ve ben yağmur ihtimaline aldırmadan bisikletime atlayıp kendimi sokaklara vurdum. Önce Yorgo amcanın aktarına gittim. Yorgo amca İstanbullu bir Rum. 80’li yıllarda Atina’ya göçmek zorunda kalmış. Baharatların sadece Türkçe isimlerini bilen herkes onun dükkanında. Türk çayı da var.
Yorgo amcadan 200gram kişniş, 50gr top kara biber ve 50gr kakule aldım. Hindistan’daki Ayurveda merkezinde günde iki defa ikram ettikleri kış çayından ben de yapıyorum. Bu bahsettiğim baharatın yanı sıra bir de kuru zencefil katılıyor çaya. Tatlı seven için bal de pek yaraşıyor ama ılınmadan balı eklemeyin, zehirler. Kahveyi günde sadece bir taneye indirdiğimden beri yeni içeceğim bu kış çayı. İnanın kahveyi hiç aramıyorum. Belki yakında o sabahki bir tanenin yerini de kış çayı alır. Malum, yaş dayandı kırk altıya. Menapoz köşe başında. Karaciğeri kollamak gerek. Aylardır alkol almadım. Çay içmedim. Kahve günde bir defa 12 gram taze çekirdek. Şu bilgelik çağına sağlıkla girelim inşallah.
Çantamdan baharatlarımla bastım pedallara. Yine Dope’dayım. Günlüklere başladığım noktada, aynı masada. Hava karardı. Dükkanlar kepenklerini indirdi. Dope da boşalmış. Umarım birazdan kapatıyorlar diye bizi kapının önüne koymazlar. Hızlıca yazayım.
Bu sabah yedide uyandık. Portland’daki dostumuz Aisha’nın tazısı Pepper ölmüş. Henüz gözlerimiz kapalıyken aldığımız haber buydu. Pepper kalp hastasıydı. Aisha onu barınaktan aldığı günden beri bu acı günü bekliyorduk. Yine de ikimizin de gözlerinde iki damla yaş aktı. Yaşam boyunca yanı başımızda sessizlce yol alan hayvanlarımızın kaybı içimde bir başka yeri yakıyor. Pepper da Aisha’nın bizi Portland’daki evde ziyarete geldiği her sefer onunlaydı. Neşeli kardeşi Pluto’nun aksine hüzünlü ve ürkek, halının bir köşesine siner, onu bu yabancı eve getiren Aisha’dan gözünü ayırmadan tedirgin beklerdi. (Bakınız şu aşağıki fotoğrafımız) Yokluğunu uzaktan bile hissedebiliyorum.
Pepper ile Pluto bizim evde
Sabah kedilerimle her zamankinden daha çok oynadım. Koştuk. Saklandık. Oyunca fare kovaladık. Sevinçten kuyrukları sincap gibi kabardı. Yorgun düşünce uyudular. Ben de nihayet o zaman yogama başlayabildim. Bey’in de fizyoterapisti gelmişti o esnada. Gündoğumunda yoga yapmaya alışmış bir vücut için hoş bir sürprizdi. Kedilerle oynarken açılmış, ısınmış. Zihin içinse tatsızdı. Dışarıda hayat başlamış. Gürül gürül bir Cumartesi. Mahalle pazarı, müzik, fizyoterapist ile Bey’in muhabbeti… İçe dönüş ve ibadet saatleri gelmiş geçmiş. Sondaki pranayama veya sessizce oturma kısımlarını atladım bu yüzden. Yine de yogasananın mucizesi sürüyordu. Zihin dalgaları yavaşlamış, hayat kaçmıyor. Ağır ağır giyindim. Kahvaltıyı hazırladım. Size yazmak üzere evden sıvışmaya hazırlanırken telefon çaldı.
Hastabakıcı ajansıymış. Haftalardır Bey’e bakacak bir hasta bakıcı arıyoruz. Benim İstanbul’da olduğum günlerde bizim evde kalacak, ben Atina’dayken de 9:00-14:00 (Yunanistan’da resmi çalışma saatleri) arası gelip bize yardımcı olacak genç, güçlü, güvenilir kuvvetli, akıllı, Yunanca veya İngilizce bilen bir kadının peşindeyiz. Bir türlü kısmet olmuyor. Ajans bu defa pek iddialı konuştu. Bizi buluşturacağı hasta bakıcı aradığımız tüm özelliklere sahipmiş. Apar topar evden çıktık. Malum burada saat 14:00 dedin mi ajans, banka, postane hepsi kapanır. Hasta bakıcı kadın gerçekten de kibar, sağlıklı, aklı başında görünüyordu. Salı günü iş başı yapması için anlaştık. Hadi hayırlısı.
Aranızda hasta eş veya başka yakına bakanlar vardır muhakkak. MS hastası eşlerine, tekerlekli sandalyede yaşayan çocuklarına, ana babalarına bakanların da olduğunu tahmin ediyorum. Bir bakıcının önemini size ne kadar anlatsam az. Özellikle karı koca arasında. İnsan istemiyor tabii. Evde sizinle yaşayan bir yabancı. Fazladan bir nefes. Huyunu, suyunu bilmediğiniz bir insan. Bir dolu para. Onsuz idare ederiz dediğimiz pek çok anlar oldu. Büyük yanlış. İdare etmek bir ilişki için tehlikeli bir sözcük zaten. Hiç bir şeyi idare etmemek gerek. Hastalık zaten hep sizinle beraber. Bir akşam yemeğe çıktığınızda, seyahate giderken, yaz tatili için planlarınızı yaparken hastalık, çözmeniz gereken çok bilinmezli bir denklemin bir vektörü olarak orada duruyor. Daima duruyor. Çiftin günlük hayatından az biraz çekilsin diye bir bakıcı lazım. Mesela uyanınca ben, kalkayım ve sırt üstü yatan Bey’i oturur pozisyona bu yeni hanım kızımız getirsin. Ben yine ikimize birden kahve yapayım ama pencerenin önünde, elimde romanımla kendi kahvemi içip bitirdikten sonra doğrudan yogaya geçebileyim. Bey’i kaldırmak, giydirmek, tuvalete götürüp beklemek, diş fırçasına macun sıkmak hanım kızımızın işleri olsun. Ben o sırada yogamı yapayım ve bittiğinde yıkanmış, giyinmiş bir Bey ile hazır bir kahvaltı bulayım. Sonra yine kahvaltıyı ben toplarım ve öğlen yemeği için alışverişi yaparım. Bey’i ihtiyaçlarını benden başka birisi görsün ki ben bir an önce evden sıvışmaya kalkışmayayım. Beraber vakit geçirmek için içimde heves kalsın. Tüm bunlar için bir hastalıkla beraber yaşayan çiftlerin dışarıdan yardım alması şart. Hastalığın ilişkiyi ele geçirmemesi için. Bu konuda sorularınız varsa bana yazabilirsiniz. Biz on senedir tekerlekli sandalye üzerinde yaşayan bir erkek ve bağımsızlığına düşkün bir kadın olarak evliliğimizi sürdürüyoruz. Sanırım ki bu yola yeni girenlere rehberlik edecek kadar tecrübemiz birikmiştir.
Mektubumu bu defalık burada kesiyorum. Dope gerçekten de kapanıyor. Bisikletle eve dönmek var şimdi karanlıkta. Ah ama bitirmeden nihayet diz doktoruna gittiğimi yazayım ki annem ve diğer merak edenler rahatlasın. Doktor dizimdeki kilitlenmeyi pek ciddiye almadı. Kırk yaşından sonra olur böyle dedi. Minisküs filan değil. Diz kapağı kaymıştır, sizin dizleriniz biraz çıkık, biraz oynak, bacakları güçlü tutalım, kilo almayalım, halter kaldırmayalım (Allah Allah!) dedi, yolladı beni. Ben zaten yoga ile onu epeyce iyileştirmiştim. Laf aramızda her şey ayaklarda başlıyor. Ayakları boş vermeden başladığım bir gün, biletleri iyice ısıttığım bir seri dizleri korumakla kalmıyor, iyileştiriyor da. Neler neler yaptım ben bugünkü yogamda, hiç kilitlenmedi. Yarın size minicik bir serinin fotoğraflarını koyarım. Ayak bileklerini esnenip güçlendirmek için.
Bugün yepyeni bir kahveden yazıyorum size. İsmi Anana. Öğlen yemeği için (ki Atina’da 15:00 sularında yeniyor) arkadaşlarımızla buluştuk. Folk adlı yeni açılan bir lokantaya gittik. Vegan ve vejeterjen menüsü zengin, aynı zamanda bizim Bey’i memnun edecek miktarda et yemekleri ve kokteylleri de olan bir yer. Bu lokanta daha yeni açıldı ama biz şimdiden müdavimi olduk. Yemekten sonra sokaklarda yürüdük. Atina’yı bilmeyenleriniz için hemen belirtmeliyim. Burası çok güzel bir şehir. Eski binaların korunmuş olması, çamlık tepeler, şehir parkları altı katın üzerine inşaat yasağı, antik kent ile modern kentin içiçeliği vs gibi özelliklerini bir yana bıraksanız bile inanılmaz güzel bir ışığı var. Öğlen yemeği sırasında arkadaşımız Alexandra Atina için yeni Kaliforniya tabirini kullandı. Yılın 365 günü güneş isteyenler artık Atina’ya taşınıyormuş. Sizi de bekleriz.
Bu Anana kahvesine Bey istedi diye geldik. Nefis bir yer. Yerler mozaik. Yemekler vegan ve vejeteryen, çay, kahve şahane. Sahipleri çevreye duyarlı. Plastik kullanılmıyor. Tasarımdan keklere, fincanlara, lambalara kadar her şey özenle yapılmış. Minik bir avlusu var. Sigaracılar orada. Geri kalan masalarda da benim gibi bilgisayar başında oturanlar, Japon turistler, pazar gezmesine çıkmış genç insanlar oturuyor. Günlerden pazar olduğu için içerisi çok kalabalık. Buraya hafta içi gündüz gelip bir mektubumu daha buradan yazacağım.
Atina’nın altın ışığı
Onlar bir masaya geçtiler, ben bilgisayarımı alıp minik turuncu bir sehpaya yerleştim, size yazıyorum. Söz verdim, bir gün bile sizi atlatamam. Hem düzenli yazmazsanız yazı size küser. Yoga gibi. Eh, malum saat de 5.30’u bulduğuna göre, arkadaşlarımdan izin isteyip ayrı bir masaya çekilmekten başka çare yok. Biz çok gençken, bir arkadaşımız vardı. Her gün mutlaka meditasyon yapıyordu. Bizim eve misafir geldiklerinde mesela izin isteyip yatak odalarından birine giriyor ve yarım saat orada oturuyordu. Biz gençtik ve komiğimize gidiyordu bu durum ama saygı da duymuyor değildik hani.
Şimdi ben de biliyorum ki yogayı da, meditasyonu da, yazıyı da ritim besliyor. Onlar hayatın koştumacasına, sosyal etkinliklere rağmen varolmak istiyorlar. Bana yer açarsan ben de sana armağanımı veririm, diyorlar. O halde bana bir saat müsaade, ben bloğumu yazacağım diyebilmek de benim yazıya olan borcum.
Elbette bir roman üzerinde çalılşıyor olsam şimdi, işler o kadar kolay değil. Edebiyat sadece zaman ve ilgi değil, ciddiyet de istiyor. Arkadaşlarımı kahve masalarında bırakıp da bir köşeye çekilerek öykü yazamam. Öykü konusuna gelince, beş gün oldu hâlâ bir öyküye başlayamadım. Biraz dertleniyorum. Defterime notlar alıyorum. Aklıma bir iki fikir geliyor ama şunu da biliyorum ki öyküler, romanlar fikirlerle değil, cümlelerle yazılıyor. Oturup cümle kurmam lazım. Yarın bir saat cümle kuracağım. Hafta başı.
Ne okursan onu yazarsın derler ya… Ben de bu yüzden aylardır öykü okumaya çalışıyorum. Dünya kadar öykü okuduktan sonra bugün, bir romana teslim oldum. Hindistan’dan aldığım Quixote. Salman Rushdie’nin yeni romanı. Tuğla gibi ağır, kalın bir kitap. İngilizce. Kendini Don Quixote sanan bir Amerikalı ilaç satıcısının (tabi ki Hint asıllı Müslüman- başka bir Rushdie karakteri hayal edemiyorum) öyküsü. Eve dönüp tekar başına geçmek için sabırsızlanıyorum. (Yan masadan yarım pasta geldi: Glutensiz, vegan ve şekersizmiş! Bizim Bey gönderdi. Leziz!)
Mektup masam
Yazılarımı evin dışında yazmayı seviyorum. Etrafımdaki gürültüye, harekete rağmen dışarıda daha kolay konsantre oluyorum. Evdeyken, birileri benden hep bir şeyler istiyor. İstemeler de isteyecekmiş gibi geliyor. Kİmse olmasa da ev benden bir şeyler istiyor: Düzen, temizlik, çay, kahve… Yakınlarıma hep söylerim, ben Orhan Pamuk gibi sabah evden çıkayım, yazıhaneme gideyim, akşama kadar orada kalayım. Hayalimdeki hayat bu zannederim. O mudur gerçekten? Çok yakında benim de bir yazıhanem olacak. Bakalım o zaman oturabilecek miyim masa başında, yoksa yine size kahve köşelerinden mi sesleneceğim?
Biri vapurda, diğeri trende, üçüncüsü de otobüs garında geçen üç öykü hayaleti geziniyor hayalimde. Hangisiyle başlayayım? Siz de yazmak ister misiniz? Beraber başlayalım mı?
Haber bekliyorum
Sevgiler,
Defne.
İçi güzel, dışı güzel arkadaşım Alexandra ile ne projeler ne projeler…
Altıncı günümüze geldik. Bugün her şey ağır başladı. Belki dün dışarı çıkıp fazlaca sosyalleştiğimiz için bir türlü uyanamadık. Uyandıktan sonra da hayata hızlıca atılamadık. İkinci yatak odamız bir takım inşaatlar yüzünden toz altındaydı. Onu temizledik. Kahvaltı ettik. Giyindik. Ben Gezi davalarıyla ilgili yazıları okurken iyice ağırlaştım. Öğleden sonra bisikletime atlayıp sokağa çıktım. Size ve kendime söz verdiğim öyküye başlayamayacağımı hissediyordum. Bunca adaletsizlik varken, ne öyküsü diyordum. Dİyordum ama yine de çayımı sipariş edip de bir kahvenin masasına oturduğumda bu hayatta bana başka bir yol sunulmamış olduğunu anladım. Defterimi açıp bir iki not aldım. Tren, vapur, otogar? Notlar alıyordum. Bir tren yolculuğunun bende uyandırdığı hisler ve anılar… Ankara, Mavi Tren, yataklı… Bir defasında ODTÜ sosyoloji konferansına gidiyorduk, Boğaziçi Sosyoloji lisans ve yüksek lisans öğrencileri. Yemekli vagonda yemiş, içmiş, memleketi kurtarmış, biraz daha yemiş, içmiş çok gülmüştük. Dışarıda kar yağıyordu. Boğazlı kazaklar giyiyorduk ve yanılmıyorsam yemekli vagonda sigara içiliyordu. Bir ara başımı çevirip dışarı bakmıştım. Bembeyaz karla kaplı bozkır, süt gibi bir geceye karışıyordu. İçim huzur ve mutlulukla dolmuştu. ODTÜ’ye bildiri sunmaya gidiyorduk. Güzel günler bizi bekliyordu ve ODTÜ’nün yakışıklı sosyologları. Neden sonra trenin hiç yerinden kımıldamadığını fark etmiştim. Meğer saatlerdir aynı yerde duruyormuşuz. Fatih eksperesi arıza yapmış! Ankara’ya saatler sonra varmıştık.
Başka trenler? Bangkok-Nong Khai arasını defalarca gidip geldim. O da yataklı trendir. AMa bizim Mavi Tren gibi değil, tüm vagon beraber uyunur. Yatakhane gibi. Ortada ince uzun bir koridor. İstasyonlarda durdukça pirinç patlağı satan genç kızları o ince koridorda yürürler. Sabah uyanınca, Nong Khai yönünde gidiyorsanız fosforlu yeşil pirinç tarlalarına doğan güneşi seyrederseniz.
Veya Hindistan’da, Delhi’den Rişikeş’e giderken bindiğim bir trende, yer ayırmadığım için ayakta kalmıştım. Tüm tren halkı pek dert etmişti, yerlere oturmama katiyen izin vermemişlerdi. Sonunda Astrolog bir yaşlı amcayla, teyze oturdukları tahta sırada bana da bir yer açıp, beni aralarına almışlardı. Kumbmela’ya gidiyorlardı. 4 yılda bir yapılan ve milyonlarda Hindu’nun katıldığı bir hacdır Kumbmela. O sene (2004) benim trenin gittiği yönde bir yerde yapılıyordu sanırım, pek çok kişi hac yolcusuydu. Ben Rişikeş’te dokuz çocuklu bir kadının peşinden trenden atlamış, onların peşinde Ram Jula köprüsünü geçmiştim.
Nong Khai yolunda trenden bir görüntü
Otogar ve vapurla ilgili notları da döktüm önüme ve sonunda ne vapur, ne tren ne de otogar bir pansiyon hikayesi belirmeye başladı hayalimde. Yaz sonu pansiyon. Buna ben bir ara başlamıştım ama şimdi yeni bir çerçevede, yeni bir teknikle yazmayı düşündüm. Size söz verdiğim üzere bir saat çiziktirdim. Aklımdaki hikayeyi farklı karakterlere anlattırdım. 5N1K haritasını çıkarttım. Karakterlerin isimlerine karar verdim. Kurguyu kabaca hazırladım. İlk paragrafı yazdım. Yarın devam.
Demek ki neymiş? Memleketin iç karartan haberleriyle ağırlaşıp da edebiyattan, yazıdan, yaşamdan vazgeçmek yok. Üstelik 10 yıllık sosyoloji eğitimimin ve 15 yıllık yoga kozmolojisi çalışmalarımın bana verdiği yetkiye dayanarak şunu da söylebilirim ki gezegenin ve kainatın şu anda vardığı noktada bizim memleketimiz adaletsizliğin ve kötülüğün tek adresi değil. Aksine tüm dünyanın izlediği bir trend var, bizimki de o yolda gidiyor. Ne diyor sevgili Leonard Cohen? Get ready for future. It is murder. Bunu hatırlamak içimizi rahatlatıyor mu? Yüreğimizi hafifletiyor mu? Hayır ama yalnız olmadığımızı hatırlıyoruz. Ben de edebiyat annem diye bağrıma bastığım Arundhati Roy’un bir konuşmasını hatırladım bu yazıya başlamadan. Şöyle diyordu:
Edebiyat bizim sığınağımız. O yüzden ona ihtiyacımız var.
Ben bir adım daha ileri götüreceğim. Sadece sığınağımız değil, kurtuluşumız da edebiyatta saklı… İnsanlığı bize hatırlattığı için.
Nasıl gidiyor tren, vapur, otogar öyküleri? Yoksa sizinki de hedefi şaşırdı, kendi yoluna gidiyor mu? Öyle ise nereye gidiyor? Bana yazın.
Not 2: Bir dostum günlüklerden öyle etkilenmiş ki atlamış Atina’ya gelmiş! Bu akşam Bey ile onu yemeğe çıkarıyoruz. Bisiklete atlayıp eve dönmeliyim şimdi.
Not 3. Eski fotoğraflar arasında Nong Khai treninden bir tane bulursam buraya ekleyeceğim.
Little Tree and Books – Tartışmasız en sevgili kahvem
Sevgili Günlük okurları,
Bugün çok güzel bir gün olarak başladı ve son bir kaç saate kadar da öyle sürdü. Hatta ben bu bloğa yazmaya başladığımda ümitli ve sevinçliydim. Osman Kavala, Yiğit Aksakoğlu ve tüm dostlarımızın Gezi davasından beraat ettiklerinin haberini almıştım. Bu müjde telefonuma mesaj olarak düştüğünde ben bakkalın önünde bisikletimi çözüyordum. O anda sadece bisikletin değil, içimin de zincirleri boşaldı ve ağlamaya başladım. Demek adaletsizlik ve iyiliğin böyle hunharca katledilmesi çabası içimde koca bir yumruymuş.
Sonra hevesimiz kursağımızda kaldı. Beraat kararı çıkmış ama Osman Kavala salınmayacakmış. Bu haberin doğru olmadığını umarak Arundathi Roy’un yazısını hatırlıyorum. Özellikle de şu cümlesini:
“Birçoğumuz “Başka bir dünya mümkün”ün hayalini kurarken, bu adamlar da aynı şeyin hayalini kuruyorlar. Ve onların rüyası –bizim kabusumuz– ne yazık ki gerçekleşmek üzere.” (Yazının tamamını buradan okuyabilirsiniz)
Sonra eve koştum ve müjdeyi Bey’e, o sırada bizim evde buluna kayınvalideme ve hatta bugün iş başı yapan yeni bakıcımıza vermek istedim. Verdim de. Ama sevincimi paylaşamadılar. Paylaşamazlar. Bu da yabancı bir damada varmanın dayanılmaz hafifliği. Neyse ki Facebook var ve herşeye rağmen iyi ki var! İnstagrama dudak büküp, twitter’dan şaşmasak da Facebook bunların arasında en samimi mecra olarak yerini buldu mu ne? Benim Facebook’da bir bayram havası ki sormayın! Sevincimiz katlanarak çoğalsın dilerdim. Hala da diliyorum.
Bizim domestik cephede de haberler iyi. Yeni bakıcımız, biz yaşlarda, akıllı bir kadın. Sabah 9’da geldi, öğleden sonra üçe kadar kaldı. Hızlı öğreniyor. Bugün ben demo yaptım, o seyretti. Ortalığı toplayıp temizledi. Temizlik tekniği dersinde kaynanamdan geçer not aldı. Beraber kahvaltı ettik. Bey’i kaldırdık, yıkadık, giydirdik. Kedilerle oynadık. Ancak o gittiğinde ben çok yorulmuştum. Yükselen duygulardan sersemlemiş bi biçimde, saat 4 gibi yediğimiz erken akşam yemeğimizden sonra kanepeye uzandım, alarmı 24 dakikaya kurdum (24 dakika=1 gatika=yoga bir zaman birimi). O gatika boyunca sanıtım hayatımın ennn derin uykusunu uyudum. 24 dakika sonra alarm çalarken nerede olduğumu, neden uyandığımı filan uzun süre hatırlayamadım. Kara deliğe düşmüşüm sanki. Nihayet ayaklandığımda gördüm ki kediler ve Bey de derin bir uykunun kucağına düşmüşler. Artık yıldızlara ne olduysa o sırada….
Çantamı hazırlayıp evden çıktığımda saat 5 buçuk olmuştu. Bugün Atina’nın toplu taşıma araçları genel greve girdi. Metro, otobüs, troleybüs, tramvay hiç biri çalışmıyor. Sabah trafik felçti, herkes arabasını almış çıkmış tabii. AMa akşam 5 buçukta ortalık süt liman. Belki de millet korkup erkenden evine döndü, bilmiyorum. Kolaylıkla bir taksi bulup Little TRee and Books’a geldim. Badem sütlü kakaomu içerken Salman Rushdie’nin yeni kitabu Quichotte’tan bir kaç sayfa okudum. Kitap çok iyi. Ursula le Quin demiş ki Rushdie bizim Şehrazat’ımızdır. Katılıyorum sevgili Ursula’ya. Rushdie bizim Şehrazat’ımız. Bir hikayeden diğerine kayar gibi geçiyorsun ve her biri hayalinde yıllarca yaşıyor. Bu işte ustalık.
Bir kaç sayfa okuduktan sonra baktım, kendi öyküme başlamak için sabırsızlanıyorum. Pansiyonda geçen öykü. Ne vapur, ne tren, ne otogar. Sorry. AMa biliyorum siz heveslendiniz. Siz yazın o öyküleri. Ben pansiyona başladım. Öykünün veya ilk bölümün adı Eylül Konukları. 1000 kelime yazdım. Aktı gitti. Yarın biraz şekil veririm bu ilk 1000 kelimeye. Şimdilik üst üste yığdığım çamur gibi. Yarın bıçakla gireceğim. Biraz da yeni bölüm yazarım.
Gece çöktü artık. Eve dönme vakti. Bu saatlere kadar sokakta kaldığım görülmüş şey değildir ama bugün özel bir gündü. Öyle sürmesi dileğimle…
Bugün iyice geç kaldım. Herhalde siz bu satırları yarın okuyacaksınız. Türkiye’de olanlarınız benden bir saat ileride, yatmaya hazırlanıyorsunuzdur.
Bugün nasıl geçti bilmiyorum. Parmaklarımın arasından kum gibi aktı gitti. Oysa sabah 6:30da kalmış, bir gatika kitap kahve ve sonra bir saat yoga yapmıştım. Yeni bakıcımız geldi. Eğitimi sürüyor. Bey’i yataktan kaldırma, giydirme, kahve makinesine götürme talimi önce. Sonra Bey kahve makinesiyle baş başa bir gatika geçirmek istiyor. Bir gatika yirmi dört dakika, yogada bir zaman ölçüsü. O sırada ben de yeni bakıcımıza yatağı toplamayı, ortalığı toplamayı, kedi tuvaletini gösteriyorum. Sonra Bey’in tuvaleti, ardından kahvaltı, kahvaltının toplanması, günün çamaşırı…
Derken bana fenalık geldi. Sabah sabah evde kalmayı zaten hiç sevmem. Sabah sabah ev iş yapmayı hiç hiç sevmem. Sabah sabah sosyalleşmeyi, hele de çok iyi tanımadığım insanlarla bir arada vakit geçirmeyi hiç hiç hiç sevmem. Afakanlar bastı bana. Bilgisayarımı ve Yunanca kitabımı bisiklet çantama attım. Bana biraz müsade, ne olur. Çıktım. Oh! Dünya varmış. Bisikletle Kaldi kafeye gittim. Orası da ana bana günü. Pencere önündeki uzun rafta zar zor bir yer açtım kendime. Yunanca ödevlerime başladım.
Böyle afakanlar basında aklıma babam geliyor. Ona da olurdu bu. Çıkar yürürdü o da. Veya bir yere kıvrılır uyurdu. Ben de suyum kaynayınca uyurum. Babamın gömleğinin koltuk altları lekelenirdi bu afakan basması anında. Nerede olursa olalım girer yıkardı. Sonra da gömleğine fön tutardı, kurusun diye. Teke gibi bir koku çıkarmış o anlarda babamın teninden. Bana da benzer bir ateş basıyor bu sevmediğim işler üstüste üzerime geldiğinde. Aynı, apaynı teke kokusu benim derimden de fışkıyor. Çok geç noktasına gelmeden bir dur demek gerekiyor. Yani afakan basmadan ben çıkmalıyım evden.
Kaldi Kafe’de bir buçuk saat oturdum. Öğrencilere email yazdım, yeni ders programını, Şirince inzivasını hazırladım. Sosyal medya ve blogdaki yorumları yanıtladım. Kurumsal işini bırakan bir arkadaşım, tam zamanlı yoga hocalığının günde en az iki saat bilgisayar başında çalışmak olduğunu duyunca çok şaşırmıştı. Bu iki saat kurs kayıtları, workshop duyuruları yapılmadığı sakin günlerde. Kayıtlar başlayınca bir de bunun muhasebesi ekleniyor saatlere. Kitap tanıtımı etkinlikleri için yazışmalar, etkinlik duyurularının hazırlanması, yayınvevleriyle görüşmeler, çeviri kontrolleri vs ise bir yazarın en az bir saatini alıyordur. Hem yoga hocası hem de yazar olmak varsa kısmetinizde günde en az iki saatinizi bilgisayar başında organizasyon yaparak geçireceğinizi hatırlatayım size.
Neyse o sırada ben günlük kahve dozumu aldığımdan mı ne, yoksa Yunanca dersinden sonra artık sokağa çıkacak halim kalmadığından mı bilmem bu akşam evde oturdum. Bol baharatlı bitki çayımı pişirdim. Salman Rushdie’yi okurken onu içtim. Eylül Konukları öyküsüyle bir saat kadar uğraştım. Şimdi de karşısınızdayım. Burada saat 21:30. Bey odamdan çıkayım da yatalım diye bekliyor. Kahvaltı ve erken akşam yemeğini saymazsak beraber geçirdiğimiz en nitelikli zaman yatak vaktimiz. O zaman sohbet ediyoruz, film seyrediyoruz, dertleşiyoruz, kedilerle oynuyoruz.
O yüzden bu akşamlık burada sizden ayrılıyorum. Tom Robbins’in şöyle bir şey yazdığını hatırlıyorum: İnsan hiç bir şey yapmadığında zaman hızlı akar, çok şey yapılan bir günün süresiyse uzun, upuzun gelir insana. Ben bugün hiç bir şey yapmamış gibi hissediyorum kendimi. Birden gece oldu. Hep daha uzun saatlerim olsun yazmaya, okumaya, yazdıklarımı düzetlmeye, akşam yogasına, sabah yogasına istiyorum… Sonra uykum geliyor.